Ekonomistler neden hava tahminleri ile ilgilenir?

YAYINLAMA
GÜNCELLEME

Dr. M. Levent YILMAZ
Gazi Üniversitesi

Akademik camiada son yılların en yeni akımlarının başında disiplinler arası çalışma isteği geliyor. Mensubu oldukları bilim dallarını diğer bilim dallarından hep üstün tutan disiplin muhafazakarı akademisyenlerin artık diğer disiplinlerle olan yakın ilgisi dikkat çekici boyuta ulaştı. Bu ilgiye ilişkin oldukça fazla sebep saymak mümkün, ancak sebebi ne olursa olsun ortaya verimli sonuçlar çıktığı aşikar. Disiplinler arası bu işbirliklerinden verimli sonuçlar çıkması, paradigmadaki bu değişime karşı bir direnç oluşmasını da engelliyor. Paradigma değişimine karşı güçlü bir direnç oluşmaması da bu çalışmaların çoğalmasının önünü açıyor.

Akla ilk gelen disiplin işbirliğine “ekonometriciler” ile “iktisatçılar” arasındaki giderek kuvvetlenen bağı verebiliriz. Geçmiş verilerin ışığında gelecek öngörüsü gibi basit trend analizleri ile başlayan serüven artık çok değişkenli ilişki-nedensellik analizleri ve çapraz esneklikler gibi detaylı konulara geçmiş durumda. Modeller, veriler, yöntemler ne olursa olsun hepsinin temelinde yatan güdü ise, geleceği tahmin edebilme arzusu.

Zaman ve teknoloji ne kadar ilerlerse ilerlesin, insanın gelecekte olacakları tahmin etme arzusunun altında yatan temel güdü 1943 yılında “İnsan Motivasyonu Teorisi(1) ” başlığı ile görüşlerini yayınlayan Maslow’u haklı çıkartır niteliktedir. Maslow’un “İhtiyaçlar Hiyerarşisi” adını verdiği bu teoriye göre yeme-içme gibi temel fizyolojik ihtiyaçlarını karşılayan insanın en önemli ihtiyacını “kendisini güvende hissetme” oluşturuyor.

Hal böyle olunca da psikolojik rahatlık kökenli “kendini güvende hissetme” güdüsü, karşılaştığı her zorluğu aşmada oportünist çözümler üreten insanoğlunun zekasını bir kez daha çalıştırarak inovatif önlemler almasını gerektiriyor. Güçlüklerle karşılaşılan durumlarda uygulanan reaktif çözüm metotlarının zorluğu ve yaşattığı stresin, insanoğlunun “güvende olma” güdüsü üzerinde yaptığı tahribat onu daha akılcı çözümler üretmeye zorluyor. Sebebi ister fiziksel, ister duygusal isterse de ekonomik olsun, insanın kendini güvende hissetme güdüsü onu etrafta olan bitenlere karşı daha duyarlı hale getiriyor. İşte bu aşamada insan belki de onu diğer canlılardan ayıran en belirgin özelliklerinden sıyrılarak daha fevri hareketlerle çevredeki fırsatlara odaklanıyor, risk ve tehditlerden de kaçmaya çalışıyor.

Geçmişte risk ve tehditlerle karşı karşıya gelen insanın elde ettiği tecrübe ona riskler ve tehditlerle karşı karşıya gelip yorucu mücadelelere girmektense, onlardan kaçmayı/kaçınmayı öğütlüyor. İnsan bu yüzden riskler ve tehditlerden kaçmak ve fırsatları önceden görmek için geleceği bilmek istiyor. İnsan riskleri ve belirsizlikleri bertaraf ederek kendini güvene alma güdüsü ile geleceği tahmin etmek istiyor. Oportünist insanın bu proaktif tutumu da onu bütün disiplinleri kendi adına seferber etmeye itiyor. Çünkü ister ekonomik ister psikolojik olsun insanın yaradılış kodları onu “en az maliyet ile en fazla fayda” güdüsü ile yönlendiriyor. Zaten bu yüzden ona “homo economicus” denmiyor mu?

Homo economicus’un kodları gelecekteki belirsizlikleri ortadan kaldırma güdüsü ile onu üst bilgiye dönüştürebileceği her türlü veriye ulaşmaya zorluyor. Bu bakımdan her ne kadar şaşırtıcı gelse de artık bazı ekonomistlerin ilgisi sadece makroekonomik değişkenlerle sınırlı kalmıyor. Ona gelecek ile ilgili üst bilgi oluşturabilecek her verinin peşine düşüyor. Geçmişi sorgulayarak analizler yapıyor, senaryolar üretiyor. O yüzden iyi bir devlet yönetiminin temelinin iyi istihbarat olduğunu düşünen Churchill şu cümleyi rahatlıkla söylüyor; “Ne kadar geriye bakarsanız, o kadar ileriyi görebilirsiniz…”

Peki, ekonomistlerin hava tahminlerine olan bu ilgisinin sebebi ne?

Hava sıcaklıklarının ortalamanın üzerinde olduğu bir dönem, ısınma maliyetlerinin düşük olduğu bir dönem olacaktır. Bu durum ısınmak için enerjiyi ithal eden bir ekonomi için daha az maliyet demekken, enerji ihracatçısı bir ekonomi için de kötü haberdir. Tersine yaz sıcaklıklarının çok olması soğutma maliyetlerini artıracağından ithalatçıya kötü, ihracatçıya iyi haberdir. Tıpkı dondurmacıların sıcak havaları dört gözle bekleyip, kış gelince üzülmeleri gibi. Benzer şekilde, yağışların mevsim normalleri veya üzerinde olduğu bir dönem daha fazla mahsul demektir. Bunun iki sonucu var. Daha fazla mahsul daha düşük fiyat anlamına gelebilir. Ancak daha fazla mahsul aynı zamanda satılabilir daha fazla ürün de demektir. Elbette bu paradoksun epistemolojisi ile ilgili tartışmaya şu aşamada girmeyeceğiz. Ancak her iki durumun da ekonomik açıdan bir anlam ifade etmesi değil mi zaten ekonomistleri kendine çeken?

Mevsim normallerinin üzerinde kar yağan ve yolların kapandığı bir ülkede lojistiğin yavaşlaması ya da durması muhtemeldir. Lojistiğin durması, ticaretin de durması anlamına gelir. “Büyüme” motivasyonu ile hareket eden bir ekonomi için yağan bembeyaz kar kapkara bir günün habercisi olabilir.

Peki ya yağışlar mevsim normallerinin çok altında olursa? Peki ya barajlar dolmazsa? İşte o zaman ister içmek için olsun, ister sulama yapmak için olsun “su sıkıntısı(2)” doğabilir. Hatta ve hatta elektrik üretimi de azalabilir. Bu durumun olası maliyeti en başta ekonomistleri ilgilendirir.

Hava koşulları yüzünden uçaklar havaalanlarında, gemiler limanlarda mahsur kalırsa bütün dünyanın lojistiği sekteye uğrayabilir. Eyjafjallajokul Volkanı’nın Nisan 2010'da patlaması sonucu atmosfere yayılan kül tabakası Avrupa geçişli dünya hava trafiğinin günlerce durmasına neden olduğunda ekonomik zararı yine ekonomistler hesaplamıştı.

ABD’yi yerle bir eden Katrina ve Sandy gibi kasırgaların yol açtığı tahribatın telafisi eninde sonunda ekonomistlerin masasına yüksek miktarlarda fatura olarak yansımıştı.

Örnekleri çoğaltmak mümkün olabilir ama temelde geleceği bilme arzusu güdüsü kodlanmış “homo economicus”un modern yansıması olan ekonomistler bu yüzden hava tahminlerini ile ilgileniyor.

***

(1)  Maslow, A. H. (1943). A Theory of Human Motivation. Psychological Review, 50, 370-396.

(2) Uluslararası Su Yönetimi Enstitüsü (IWMI) tarafından ülkelerdeki su analizlerinin konsept ve ampirik temellerini oluşturmak için uzun soluklu bir araştırma programı başlatılmıştır. Program dahilinde su kıtlığı ile ilgili olarak, Falkenmark, Lundquist ve Widstrand 1989 yılındaki öncü çalışmalarında ülkeleri yıllık kişi başına düşen su kaynağı miktarlarına göre sıralanmıştır. Onlara göre yıllık kişi başına düşen kullanılabilir su miktarı bir ülkede 1700 m3’ün altında o ülkede “su sıkıntısı” var demektir. 1000 m3’ün altında ise bu insan sağlığını, ekonomik kalkınmayı ve refahı “olumsuz” etkileyen bir durumdur. Kişi başına yıllık 500 m3’ün altına düşen kullanılabilir su miktarı ise hayat için “birinci dereceden bir tehdit”tir.