Tam bağımsızlığın teminatı Cumhuriyet 100 yaşında

Türkiye Cumhuriyeti’nin kurulduğu 29 Ekim 1923, aynı zamanda tarihin en büyük devrimi ve devrin şartlarında en büyük dönüşümüydü. Cumhuriyet idaresinin tesis edilmesi, Türkiye’de siyaset, hukuk, eğitim, kültür, sanat, ekonomi ve toplumsal alanlarda köklü devrimler yapılmasının önünü açtı.

Haber Merkezi
YAYINLAMA
GÜNCELLEME

Hüseyin VATANSEVER

Basübadelmevt… Her ne kadar diriliş kelimesini günümüzde daha sık kullansak da Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluşunu anlatırken sanki bu kelime daha uygun görünüyor. Cumhuriyet’in ilanı ile tamamen yok olduğu kabul gören bir ülke olan Türkiye, yeni yönetim biçimi Cumhuriyet ile yeniden hayata dönmüştü. Bilim, sanat ve ekonomi başta olmak üzere pek çok alanda atılımlar yapmış genç Türkiye, Cumhuriyet devriminden aldığı dinamizm ile kuruluşundan itibaren hızla gelişti. Türkiye Cumhuriyeti, ikinci yüzyılına başlarken aynı dinamizmi hâlâ koruyor.

Hasta adamın kurtuluşu felaket olarak görülüyordu

Tarihte Osmanlı İmparatorluğu’nun gerilemesi 1699 yılına, yani Karlofça Antlaşmasına kadar dayandırılır. Hatta Koçi Bey tarafından hazırlanan ve padişaha sunulan ilk rapor olma özelliği taşıyan Koçi Bey Risalesi, imparatorlukta kötüye gidişin başlangıcı olarak Kanuni Sultan Süleyman dönemini işaret ediyor. Velhasılıkelam 19’uncu yüzyıla gelindiğinde dünya siyaset sahnesinde gündemin başlıca konusunu “Şark” meselesi oluşturuyordu. Diğer bir ifade ile Türkiye’nin nasıl paylaşılacağı kafaları karıştırıyordu. Çünkü Türkiye borç batağında, sanayisini kuramamış ve kurumlarını modernleştirememiş haliyle artık “Avrupa’nın Hasta Adamı” olarak tanımlanıyordu. Türkiye için “Hasta Adam” tabirini ilk defa Rus Çarı I. Nikola’nın 9 Ocak 1850’de kullandığı çeşitli kaynaklarda aktarılıyor. Petersburg sarayındaki bir baloda Çar, İngiliz Sefiri Sir Hamilton Seymur’u bir tarafa çekerek şöyle konuşmuştu: “Türkiye buhranlı bir devrededir. İşte kollarımızın üstünde hasta, ziyadesiyle hasta bir adam bulunuyor. Bu hasta adam, kolumuzdan kurtulacak olursa, bizim için büyük felâket olur.”

“Hasta Adam” tabiri belki de Cumhuriyet Devrimi’nin gerçekleşmesiyle tamamlanacak bir süreci ateşleyen ilk kıvılcım oldu. Çünkü dönemin Türkiye’sini tanımlamakta kullanılan bu siyasî ifade, genel kabul görerek Batı dünyasında iyice yerleşti. Fakat genç Türkler hareketinin gelişmesinde uyarıcı bir etken oldu. Başta Mustafa Kemal ve arkadaşları olmak üzere gençliğin geniş bir bölümü bu ifadeyi sindiremedi ve vatanın kurtuluşu için fikir yürütmeye ve politika ile yoğun şekilde ilgilenmeye başladı.

Islahatlar geri gidişi önleyemiyordu

Batıda özellikle 19’uncu yüzyıldan itibaren bilim, teknoloji ve sanayi alanında atılımlar yapılmıştı. Osmanlı İmparatorluğu ıslahat hareketleri gerçekleştirse de tam olarak aradaki makas kapatılamıyordu ve giderek açılıyordu. Islahatların başarıya ulaşamıyor olmasının en belirgin nedenlerinin başında gerçekçi sebeplere dayanmadığı için halka yansımıyor olması geliyordu. Uzun yıllar Batı’da yaşanan gelişmelere karşı kayıtsız kalmış Osmanlı Devleti, yüzyıllara yayılan bu uygarlık projesini analiz edememişti. Bilim, teknoloji ve sosyal hayatın gelişimini etkileyen sürece hakim olamadan yapılan ıslahatlar daha çok taklit düzeyinde kalıyor, amacına ulaşamıyordu. Batı uygarlığının temel esaslarını anlamadan onun getirdiği nimetlerden faydalanmak mümkün olmuyordu.

Napolyon sistemi değil ille de Cumhuriyet

Türkiye Büyük Millet Meclisinin 1924 ve 1935 yılları arasında başkanlığı görevini yürüten Kazım Özalp, Mustafa Kemal’in Sofya Ateşe Militerliği’ne tayin edildikten sonra İstanbul’da görüşmesinde kendisine ilk kez Cumhuriyetten bahsettiğini ifade ediyor. Mustafa Kemal dönemine göre gayet ileri düşüncesini arkadaşıyla şöyle paylaşmıştı: “Enver Paşa’nın istikameti belli, Napolyon sistemi. Akrabalarını kilit mevkilere getiriyor. Hanedanın içine nüfuz etmeye çalışıyor. Böylelikle adeta bitme noktasına gelmiş Osmanlı Hanedanına kendi istediği şekilde istikamet verecek. Bu yol doğru yol değil. İşi kökünden halletmek lazım. Bu hanedandan memlekete hayır yok. Sonra öyle diktatörlüğe giden idarelerin de medeni memleketlerde itibarı kalmıyor. Diktatörlük milletleri mesut ve müreffeh kılmıyor. En iyisi Cumhuriyet. Osmanlı Hanedanını bertaraf etmek, yeni bir Türk devleti kurmak ve bu devletin esasını da Cumhuriyet prensiplerine göre hazırlamak lazım.” Burada da görüldüğü gibi Mustafa Kemal, yapılacak yeniliklerin halka ulaşmasını, kalıcı olması ve ülkenin uygarlık seviyesini yakalaması ve hatta aşması halkın özgür olduğu bir ortamda mümkün görüyordu. Ayrıca halkın egemenliğini gölgeleyen herhangi bir iç ve dış gücün kabul edilemez olduğunu vurguluyordu.

Daima Şark’tan Garb’a doğru yürüdük

“Türkler asırlardan beri takip ettikleri hareket, devamlı bir istikameti muhafaza etti. Biz daima Şark’tan Garb’a doğru yürüdük. Eğer bu son senelerde yolumuzu değiştirdikse, itiraf etmelisiniz ki, bu bizim hatâmız değildir. Bizi siz mecbur ettiniz… Memleketimizi asrileştirmek istiyoruz. Bütün mesaimiz Türkiye’de asri, binaenaleyh Garbi bir hükumet vücude getirmektir. Medeniyete girmek arzu edip de, Garba teveccüh etmemiş millet hangisidir?” Atatürk, 29 Ekim 1923 tarihinde Fransız muharriri Maurice Pernot’a verdiği demeçte bu ifadeleri kullanmıştı. Batı siyasetinin emperyalist yüzü nedeniyle yıkıcı savaşlara girmiş bir ülkenin önde gelen askeri ve devlet başkanı olan Mustafa Kemal Atatürk, Türkiye’nin bağımsız bütünlüğüne saygı duyan devletlerle barış döneminde dostluk siyaseti takip etmeyi uygun görüyordu.

“Hürriyet ve istikbal benim karakterimin özüdür”

Hâkimiyet-i Milliyye gazetesi yazarları ile 24 Nisan 1921 yılında yaptığı söyleşide Atatürk şu sözlerle tam bağımsızlık yolunda kararlı bir duruşu ifade ediyordu: “Hürriyet ve istiklâl benim karakterimdir. Ben yaşayabilmek için mutlaka müstakil bir milletin evlâdı kalmalıyım. Bu sebeple milli istiklâl bence bir hayat meselesidir. Millet ve memleketin menâfii (menfaatleri) icab ettirdiği takdirde beşeriyeti teşkil eden milletlerden her biriyle medeniyet muktezasından (gereklerinden) olan dostluk ve siyaset münasebâtını büyük bir hassasiyetle takdir ederim. Ancak benim milletimi esir etmek isteyen herhangi bir milletin de bu arzusundan sarf-ı nazar edinceye kadar biaman düşmanıyım.”

Mustafa Kemal Atatürk yine de Türkiye Cumhuriyeti’nin hedefini ‘Batılılaşmak’ olarak tabir etmiyordu. Emperyalizme karşı mücadele ile tam bağımsızlık Türkiye Cumhuriyeti’nin karakterini oluşturuyordu ve ulusal kültürümüzü “Muasır medeniyet seviyesinin üstüne çıkarmayı” hedef gösteriyordu. Türkiye’de Cumhuriyetin ilan edilmesiyle köklü bir dönüşüm başladı. Halkın seçtiği vekillerin görev aldığı millet meclisi Anayasal düzen içinde çalışıyordu. Hükümet görev ve yetkilerini kanun ile belirlenen süre içerisinde kullanıyordu ve seçim ile gerektiğinde görevi devrediyordu. Artık Türkiye sınırları içinde yaşayan bireyler padişahın kulları değil, bir vatandaştı.

İkinci yüzyıl başlarken…

Türkiye Cumhuriyeti varlığını sürdürecektir. Geride kalan 100 yılın muhasebesi yapıldığında Cumhuriyet ile Türkiye’nin ne kadar ilerlediği ve çağdaş milletler arasında yer aldığı görülüyor. İlk yüzyılın kurtuluş ve kuruluş çabaları içinde geçtiği düşünüldüğünde ikinci yüzyıl için daha umutlu olmak gerekiyor. İkinci yüzyıla Türkiye ilk yüzyıla nispeten altyapısı gelişmiş, yetişmiş insan kaynağı bulunan bir ülke olarak girmekte. 21’inci yüzyılda Sanayi 4.0, yapay zekâ, dijital ve yeşil dönüşüm gibi kavramlar ile karşılaştık. Cumhuriyetin ikinci yüzyılında Türkiye belki de kurucu atalarından aldığı ilham ile teknoloji, sanayi ve sanat alanında toplum refahını artırmak için yeni devrimleri gündemine almalı. Kurucu irade, sanayi devrimlerini kaçırmış bir ülke olmanın acısını tecrübe etmiş olduğu için sanayi yatırımlarını önemsemiş ve bu alanda büyük bir sıçrama kaydetmişti. Günümüzde ise sanayinin yanı sıra yeni üretim mecraları gündeme geliyor, katma değeri yüksek üretim önem kazanıyor. Belki de Türkiye Cumhuriyeti’nin yeni kurtuluş savaşında açılan cepheler Ar-Ge laboratuvarları, üniversiteler, ve çağın teknoloji ortalamasını aşan üretim tesisleri olacak.

Birinci sayfadan devam

Cumhuriyet kavramı, Arapça kökenli “Cumhur” sözcüğünden geliyor. Çok farklı anlamlar taşıyan bu sözcüğün en bilinen anlamı ‘halk’ ya da ‘ahali’dir. ‘Cumhuriye’ ise ‘Millete, halka mahsus’ anlamına geliyor. Bu kelimede batı dillerinde yaygın olarak karşılaşılan Latince “Res Publica” sözcüğü ile uyuşuyor. Bu ifade de halka ait anlamına geliyor. Mustafa Kemal Atatürk de Nutuk’ta halk egemenliği ile ilgili görüşlerini şöyle not ediyor: “Türk halkının kayıtsız ve şartsız hâkimiyetine sahip olduğunu bir defa daha ve kesinlikle tekrar ediyorum. Hâkimiyet, hiçbir anlamda, hiçbir şekilde, hiçbir renk ve hiçbir kılavuzlukta ortaklık kabul etmez. Unvanı ister halife ister başka bir şey olsun, hiç kimse bu milletin kaderine ortak çıkamaz. Millet buna kesinlikle müsaade edemez. Bunu teklif edecek hiçbir milletvekili bulunamaz.” Barış konferansı için Lozan’a davet edilen Ankara Hükümeti, Türkiye’yi temsil etmek üzereyken aynı konferansa taraf olarak İstanbul Hükümeti’nin de davet edildiğini görünce İtilaf Devletlerinin Türk milletinin temsilinde ikilik çıkartmak yoluyla ulusu zayıflatma çabasıyla karşılaşmıştı. Mevcut durum, saltanatın kaldırılması üzerine Mustafa Kemal’in düşüncelerinin haklılığını ortaya çıkarmıştı. Konu meclis gündemine taşındı ve 1 Kasım 1922’de kabul edilen kanun ile hilafet ve saltanat ayrılarak saltanat kaldırıldı. Böylece Osmanlı Devleti hukuki zeminde de ömrünü tamamladı. Lozan Antlaşması’nın 24 Temmuz 1923’te imzalanmasıyla Türkiye Devleti’nin varlığı tescillendi. Türkiye Büyük Millet Meclisi Başkanlığı görevi Mustafa Kemal Paşa tarafından yürütülüyordu. Antlaşmaya taraf bazı yabancı ülkeler, Lozan Antlaşması’nın onaylanması sürecinde Türkiye’de kurulan yeni devletten yönetim şeklini belirlemesini talep ediyordu. İcra Vekilleri Heyeti’nin 27 Ekim 1923'te istifası ve TBMM’de güven kazanacak bir kabine listesinin oluşturulamıyor olması da bir rejim sorununu su yüzüne çıkardı.

"Yarın Cumhuriyet ilan edeceğiz"

Mustafa Kemal Paşa, 28 Ekim 1923 akşamına kadar hükümet kurulamadığından harekete geçti ve Çankaya Köşkü’nde arkadaşları için Latife Hanım’a bir sofra hazırlattı. İsmet Paşa, Ali Fuat Paşa, Halit Paşa, Kemalettin Sami Bey’in de yer aldığı akşam yemeğinde yaşananları Mustafa Kemal Paşa, Nutuk’ta şöyle anlatıyor: "Gece olmuştu... Çankaya’ya gitmek üzere Meclis binasından ayrılırken, koridorlarda beni beklemekte olan Kemalettin Sami ve Halit Paşalara rastladım. Ali Fuat Paşa, Ankara'dan hareket ederken bunların Ankara'ya geldiklerini o günkü gazetede 'Bir Uğurlama ve Bir Karşılama' başlığı altında okumuştum. Daha kendileriyle görüşmemiştim. Benimle konuşmak üzere geç vakte kadar orada beklediklerini anlayınca, akşam yemeğine gelmelerini, Milli Savunma Bakanı Kazım Paşa vasıtasıyla kendilerine bildirdim. İsmet Paşa ile Kazım Paşa'ya ve Fethi Bey'e de Çankaya'ya benimle birlikte gelmelerini söyledim. Çankaya'ya gittiğim zaman, orada, beni görmek üzere gelmiş bulunan Rize Milletvekili Fuat, Afyonkarahisar Milletvekili Ruşen Eşref Beylerle karşılaştım. Onları da yemeğe alıkoydum. Yemek sırasında: ‘Yarın Cumhuriyet ilan edeceğiz’ dedim. Orada bulunan arkadaşlar, derhal düşünceme katıldılar. Yemeği bıraktık. O dakikadan itibaren, nasıl hareket edileceği konusunda kısa bir program yaparak arkadaşları görevlendirdim. Yaptığım programın ve verdiğim talimatın uygulanışını göreceksiniz.”

“Yaşasın Cumhuriyet” nidaları alkışlara karışıyordu

Herkes dağıldıktan sonra Mustafa Kemal Paşa, o gece Çankaya Köşkü’nde konaklayacak İsmet Paşa ile baş başa kaldı. Birlikte 1921 Anayasası’nın bazı maddelerini değiştirecek kanun tasarısını hazırladılar. “Türkiye devletinin hükümet şekli Cumhuriyettir” hükmünün yer aldığı tasarı üzerinde TBMM’de yapılan konuşmalardan sonra saat 20.30'da oturuma katılan 158 üyenin tamamının oyuyla Cumhuriyet'in ilanı kabul edildi. Karar “Yaşasın Cumhuriyet” sesleri ve alkışlarla karşılandı.

Yeni bir kültür ve toplum

Türkiye Cumhuriyeti’ni kuran Gazi Mustafa Kemal Atatürk ve arkadaşları Milli Mücadele’ye başlarken sadece vatanı kurtarmayı değil, kurtuluşun ardından bir daha aynı durumların tekrar yaşanmasını önlemek adına yapılacaklara da hazırlanmışlardı. Cumhuriyet idaresinin tesis edilmesi, devrimlere zemin hazırlamakla birlikte yeni bir kültür ve toplumun inşa edilmesini beraberinde getirdi. Fakat bu yolda insanların düşüncelerini değiştirmek kolay olmadı. Milli Mücadele’ye katılan kişiler arasında dahi Cumhuriyet kelimesini ağzına almakta güçlük çekenler bulunuyordu. Her ne kadar vatansever ve sadık askerler olsa da bazı isimler devrimci değillerdi. Saltanat ve hilafet makamı ile ilgili Rauf Orbay, Atatürk’ün Nutuk’ta aktardığı şekliyle şu görüşü savunuyordu: “Padişah’a bağlılık borcumdur. Halifeye bağlılığım ise terbiyem gereğidir. Bunlardan başka, genel bir görüşüm de vardır. Bizde milleti ve kamuoyunu elde tutmak güçtür. Bunu ancak, herkesin erişemeyeceği kadar yüksek görülmeye alışılmış bir makam sağlayabilir. O da saltanat ve hilâfet makamıdır. Bu makamı ortadan kaldırıp onun yerine başka nitelikte bir makam getirmeye çalışmak felâkete ve büyük acılara yol açar. Bu da asla doğru olamaz.” Milletin iradesinin üstünde bir makam bulunuyor olması çekilen bunca acıdan ve ödenen onca bedelden sonra kabul edilemezdi. Milleti elde tutmanın güç olduğu ve yüksek bir makamın otoritesi ile bunu sağlamayı mümkün görmek günümüzde geçerliği kalmamış bir durum. Geride kalan 100 yıllık döneme bakıldığında Türkiye vatandaşları için Cumhuriyet değerlerinin benimsenmesinin en önemli göstergesi, milletin ve kamuoyunun elde tutulabilmesi adına herkesten üstün ve erişilemez bir makama ihtiyaç duyulmamış olmasıyla anlaşılabilir. Hürriyet ve bağımsızlık, taleplerini ifade edebilen bir milleti ve canlı bir kamuoyunu oluşturdu.

Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluşunun 100’üncü yılını kutlamanın gururunu ve mutluluğunu duyduğumuz bugün, ikinci yüzyıla umutla başladığımızı sağlayan başta Mustafa Kemal Atatürk olmak üzere Türkiye Cumhuriyeti’nin kurtuluşu, kuruluşu ve ilerlemesinde emek veren herkese teşekkürlerimizi sunuyoruz. Son olarak Ulu Önder Mustafa Kemal Atatürk’ün şu veciz sözünü hatırlayalım: “Benim naciz vücudum, bir gün elbet toprak olacaktır. Fakat Türkiye Cumhuriyeti, ilelebet payidar kalacaktır.”