Transatlantik eğilimler açısından Türkiye
Menekşe TOKYAY / İstanbul Kültür Üniversitesi / Küresel Siyasal Eğilimler Merkezi
ABD'nin önde gelen düşünce kuruluşlarından German Marshall Fonu'nun yaptırdığı "Transatlantik Eğilimler - 2009" isimli son araştırmaya göre, Türkiye kamuoyunun Avrupa Birliği'ne yönelik beklentileri yeniden yükselişe geçmiş. Söz konusu araştırma, kapsamlı bir analizi gerektiren çok önemli istatistiksel veriler içeriyor.
Araştırmanın ayrıntılarına inildiğinde, öncelikle göze çarpan bir eğilim olarak, üyeliğe desteğin %48 düzeyine yükselmesine rağmen (aynı desteğin 2004 yılında %78 olduğunu anımsayalım), Türkiye'nin günün birinde AB üyesi olacağına dair güveni gösteren oran %28 düzeylerinde kalmış. Aynı oran, AB ülkelerinde, %54 düzeyinde seyrediyor. Dikkat çekici bir başka eğilim ise, Türkiye'nin Batılı değerlere sahip olduğunu düşünen Türkler'in oranının %34 seviyesinde oluşu; bir diğer ifadeyle, aslında bizim de kendimize ve "Batılı" kimliğimize kuşkuyla ve biraz da mesafeyle yaklaşmakta olduğumuzdur.
Türkiye'nin Avrupa Birliği ile uyumlu bir şekilde hareket etmesi yerine siyaset sahnesindeki adımlarını tek başına atması seçeneğini destekleyenlerin oranı ise, katılımcıların neredeyse üçte ikisine karşılık gelmekte. Yani, "biz bize benzeriz, biz bize hareket ederiz" benzeri bir yaklaşımla karşılaşıyoruz ve siyasi sorunların çözümünde işbirliğini reddeden, içe kapanmacı bir eğilimin toplumsal açıdan -şaşırtıcı bir şekilde- kabul edilebilir olduğunu görüyoruz. Söz konusu içe kapanma sürecinin, sırf Devletler düzeyinde değil, sivil toplumların, üniversitelerin uluslararası planda muadilleriyle işbirliğine gitmesini de yadırgayan bir "biz bize yeteriz" anlayışının ve "dış güçler paranoyasının" yansıması olacağı çıkarımında bulunabiliriz. Bahçeşehir Üniversitesi Öğretim Görevlisi Prof. Dr. Yılmaz Esmer'in yaptığı ve mayıs ayında kamuoyuyla paylaşılan "Radikalizm ve Aşırıcılık" araştırması da bu algı çerçevesini doğrular nitelikteydi; toplumun %48'i Avrupa Birliği'nin, %47'si ise ABD'nin Türkiye'yi bölmeyi hedeflediğini düşünüyordu!
Öte yandan, Türkiye'nin tam üyeliğine Avrupa Birliği ülkeleri nezdindeki muhalefet, 2004 yılına oranla oldukça artmış olup; söz konusu "muhalif" ülkelerin başını, tahmin edileceği gibi, Fransa ve Almanya çekmektedir. Savaş yıllarında, ileride ittifak kuracaklarını bile akıllarına getiremeyecek olan bu iki ülke, bugünün koşullarında, Türkiye'nin AB üyeliğine birlikte karşı koyabiliyorlar ve "imtiyazlı ortaklık", "Akdeniz birliği" gibi önerilerle süreci farklı boyutlara taşımaya çalışıyorlar. Atlantik'in öteki yakasında, Amerika'da ise, Türkiye'nin üyeliğine olan destek oranı, Avrupa ülkelerindeki desteğin üç katına denk geliyor!
Türk kamuoyunda Avrupa Birliği projesine yeniden sarılmanın ardında yatan etmenlerin başında, şüphesiz, Avrupa Birliği'nin siyasi, ekonomik ve sosyal boyuttaki istikrarsızlıkları yok edecek bir altın formül olarak algılanması bulunuyor. Türkiye'nin Batılı değerlere sahip olduğunu düşünenlerin sayısında bu denli düşük bir düzeyle karşılaşmak ise, birçok sorgulamayı beraberinde getiriyor. Osmanlı mirasından kopup tümüyle Batılı değerlere yönelimle birlikte yerleştirilen ve "elitist" boyutuyla eleştirilen kurucu ideolojiden bu yana, "muasır medeniyet düzeyi" olarak nitelendirilen Batı'ya yakınlaşmaya çalıştık. Edebiyattan müziğe, görsel sanatlardan eğitime dek Batılı değerleri içselleştirmek adına yapılan bunca dönüşümün 2009 yılına gelindiğinde vardığı noktanın; %34 seviyesinde bir kabulleniş olduğunu görmek üzüntü verici… Bu bağlamda, Türkiye'nin Batılılaşma projesinin halk nezdinde hangi boyutlarda yansımaları olduğuna ve halkın kimliğini Batılı'dan ziyade hangi değerler üzerinden kurguladığına dair kapsamlı bir sosyolojik inceleme gereği doğmaktadır. Bu noktada, Alman siyaset bilimci Hannah Arendt'in çalışmalarında sıklıkla başvurduğu "kolektif sorumluluğu" tüm düzeylerde benimsemek ve Batılı değerlerin nüfuz edemediği kesimlere yönelik çalışmalara her türlü kanallardan (medya, eğitim, sivil toplum) ağırlık vermek uygun bir çözüm olarak belirmektedir.
2005 yılından beri tam üyelik müzakereleri eşliğinde Avrupalılık yolunda ilerleyen Türkiye gibi bir ülkede, Avrupalılık kültürünün yapısal temellerini ve sosyolojik dayanaklarını oluşturmanın yanı sıra, Batılı değerler olarak adlandırılan çağdaşlaşma ölçütlerine ilişkin tutum, inanç ve değer yargılarını da tıpkı bir iğne oyası gibi işlememiz gerekiyor. Diğer türlü, Avrupalılık projesi de elitist bir proje olarak algılanacak; Türk halkının sürece güveni ve Batılı değerleri özümseme yeteneğini doğrudan ve oldukça olumsuz yönde etkileyecektir. Avrupa projesini, var olan toplumsal ilişkiler kümesinin üzerine inşa edip, toplumsal dokuları Batılı değerlerle yoğuracak eğitim ve bilinçlendirme çalışmalarının önemi ve toplumun Avrupalılık pratiğiyle temas ve etkileşim noktalarının, dolayısıyla diyalogun artırılması gereği (Jean Monnet eğitim bursları örneğindeki gibi), German Marshall Fonu'nun son raporunun sonuçlarında her zamankinden daha belirgin bir şekilde ortaya çıkmıştır.
Bir toplumun gereksinim duyduğu ve sosyo-kültürel boyutları olan bir yenilik, ancak toplumun kültürel ve sosyolojik kökleriyle kurulacak yeni bir ilişki ve yorum aracılığıyla başarılabilir. Kısacası, artık Avrupa ülkelerindeki lobi çalışmalarına paralel olarak, Türk toplumu içindeki algı farklılıklarını da verili olarak alıp, kuşkucu kesimlere yönelik olarak, hükümet, ABGS, akademi, sivil toplum ve iş çevreleri aracılığıyla hedefe odaklı iletişim stratejileri belirleme gereği tüm açıklığıyla ortaya çıkmıştır. AB entegrasyon projesinin sürdürülebilirliği, birlik düzeyinde olduğu kadar aday ülkelerde de demokratik ve kapsayıcı bir söylem ve yaklaşım benimsemesine bağlıdır.