Türk mûsikisinin çınarı

Faruk Şüyün'ün bu haftaki konuğu; Alâeddin Yavaşça

YAYINLAMA
GÜNCELLEME

Bu haftaki konuğu Alâeddin Yavaşça, 1926'da Kilis'te doğdu. 1951 yılında İstanbul Üniversitesi Tıp Fakültesi'nden mezun olduktan sonra birçok hastanede doktor ve klinik şefi ve başhekim olarak görev yaptı. Yayınlanmış 54 bilimsel neşriyatı bulunuyor. Mûsiki hayatı ise doğduğu Kilis'te küçük yaşlarda başladı, daha 8'indeyken, o sıralarda ortaokulda hoca olan Zihni Çelikalp'ten Batı Mûsikisi keman dersleri aldı. İstanbul'a geldikten sonra, Saadeddin Kaynak, Münir Nureddin Selçuk, Dr. Subhi Ezgi, Hüseyin Sâdeddin Arel, Zeki Arif Ataergin, Nuri Halil Poyraz, Refik Fersan, Mes'ud Cemil, Ekrem Karadeniz, Süleyman Erguner, Dr. Selahâddin Tanur gibi ustaların yanında bulundu.

İstanbul Belediye Konservatuarı, İleri Türk Mûsikisi Konservatuarı, İstanbul Üniversitesi Korosu gibi kuruluşlarda icra kabiliyetini ve mûsiki bilgisini geliştirdikten sonra 1950 yılında açılan imtihanı kazanarak İstanbul Radyosu'nda solist icracı oldu. 1990 yılında İstanbul Teknik Üniversitesi Türk Mûsikisi Devlet Konservatuarı profesörlüğüne atandı. Sözü geçen konservatuar'ın Ses Eğitimi Bölüm Başkanlığı'nı sürdürdü. Ancak "yaş haddinden emekli olanlar" için çıkartılan yasa dolayısıyla 2005 yılı Nisan ayı sonunda ayrıldı ve halen görev yaptığı Haliç Üniversitesi'ne başladı.

"Ümitsiz bir aşka düştüm", "Boğaziçi şen gönüller yatağı", "Ağlar gezerim sahili", "Artık bu solan bahçede bülbüllere yer yok", "Şen gözlerinle yüzüme bir baktın",  "Gönlümün bülbülüsün aşk bahçemin gülüsün", "Şimdi bahara erdim"in de aralarında bulunduğu birçok şarkıya imza atan bu haftaki konuğumun bir uzunçaları (LP), 25 adet 78'lik taş plağı, 15 adet 45'lik plağı mevcut. Seçilmiş eserlerden 200'den fazla CD doldurmuş. Türk Mûsikisi Vakfı'na 1 adet CD ve kaset, Kilis Kültür Vakfı'na (Kilis'imin Bağları) 2 CD ve VCD, Türk Kültürüne Hizmet Vakfı'na 4 CD'lik albüm yapmış. Ayrıca Cinuçen Tanrıkorur'la beraber oluşturduğu CD'ler, Yapı Kredi Bankası'nın Kültür Bölümü'nün çıkardığı solo ve yönettiği korolara ait CD'leri var.

Alâeddin Yavaşça'nın hakkında 3 çalışma ve kendisinin yazdığı "Türk Mûsıkîsinde Kompozisyon ve Beste Biçimleri" adlı kitabı bulunuyor. Ustayla evinde, mükemmel makara çeken kanaryasının melodileri eşliğinde konuşuyoruz…

"Kanaryam güzel kuşum"

Önce kanaryalarla başlayalım arzu ederseniz. Sizin hayatınızda önemli yerleri var değil mi?

"Şimdi kanaryalar enteresandırlar, hiçbir zaman yük olmazlar. Kendilerine has teraneleriyle, melodileriyle onlara bakanları daimi surette karşılıklı alışveriş tarzında benimser ve esirgemezler ötüşlerini. Muayenehanem olduğu sıralarda çok kanaryam vardı... Üreticiyim zaten ya..."

Siz nisaiyeciydiniz, yani kadın doğumcu değil mi?

"Evet, hanımların da çocuklarını doğurturdum. Kanaryalar da üretirdim bir taraftan."

Mûsiki dünyamızda böyle kuş seven başka dostlarınız var mıydı?

"Mûsikimizin iki enteresan siması vardır, biri Mes'ud Cemil birisi de Mustafa Nafiz Irmak. Mes'ud Cemil yıllarca Ankara Radyosu'nun çok değerli tanburisiydi, aynı zamanda Batı Müziğini de çok iyi bilir ve Tanburi Cemil Bey'in de oğludur, yani babadan intikal ediyor. İstanbul Radyosu'na geldi naklen, orada yakınlığımızı, dostluğumuzu daha artırdık. Arada sırada meselâ en üst katta onun bir lojmanı vardı, 'doktor gel şöyle beraber bir şey içelim bir iki damla, yemek de yiyelim, sohbet edelim' diye davet ederdi.

Onun tabiatı şu; saat 5 oldu mu akşam, çıkar Radyo'dan Tünel'e kadar yürür, sonra Radyo'ya dönerdi. Bu yürüyüşler, vücudunun idmanlı hale gelişi bakımından kendisine faydalı oluyordu tabii. Sonra dostluğumuz ilerledikçe dönüşte - benim Taksim'deydi muayenehanem - mola verir, muayenehaneye gelir, 'ben geldim doktor, meşgulsen ben içerde kuşlarla uğraşırım' derdi.

Mustafa Nafiz Irmak da gelirdi, çok güzel şiirleri, güfte olacak şiirleri de vardı. Kendisi de güzel okurdu. Garip bir insandı nerde yattığı, nerde ne ettiği belli değildi, kimse bilemezdi. Bu gelir oturur, kanaryaları dinler, onlarla meşgul olurdu. Sonra 'kanaryam güzel kuşum ben sana vurulmuşum/ Seni çok sevdiğimi anlatıyor duruşum' diye bir güfte yazmak suretiyle..."

O güfte sizin muayenehanede, kanaryalarınızın arasından mı çıktı?

"Güfte orada çıktı. Onun bestesini yaptı. Bana 'buna bir saz girizgâhı yap sen' dedi. Ara nağmesini de ben yaptım. O şarkı orada doğmuştur. Böyle bizim çok hâtıralarımız olmuştur."

643 bestesi var

Kaç besteniz oldu?

"Vallaha şimdi aşağı yukarı besteler, tabii hep şarkı değil, büyük formda eserler de var. Meselâ dügâh kâr-ı nâtık, segâh kâr-ı nâtık var. Meselâ elyazısıyla dügâh kâr-ı nâtık 18 sayfa, segâh kâr-ı nâtık 12 sayfa tutuyor. Bunun özelliği şu; hem makam geçkileri olacak ustalıklı, hem de usûl geçkileri. Kâr-ı nâtık dedikleri bu: Konuşan kâr.

Türk Mûsikisi bestelerinde onlar en büyük form. Sonra besteler geliyor. Onlar da büyük usûllerle yapılan besteler. Takım oluyor; meselâ peşrev, 1. beste, 2. beste, ağır semai, yürük semai olmak üzere... Bunun içine şarkılar da koyabiliriz. Takım olarak 5 tane de nadide makamlar seçmek suretiyle - harc-ı âlem, çok kullanılan değil - 5 tane takım yaptım. Onun dışında dinî mûsikiden de bazı parçalar var. Şarkılar pek çok var, saz eserleri var. Bunları yekûnu tahmin ediyorum 643 eseri buldu."

Güfteler?

"Güfteler değişik, benim de, eşim Ayten'in de var. Eski büyük şairlerden mesela Mehmet Akif'ten bir şiir buldum. Onu şimdi besteliyorum."

Ben de onu soracaktım, şimdilerde yeni besteler var mı diye?

"Edebiyat, mûsiki bunlarla tabii ki zamanım doluyor. Mehmet Akif'ten bir şiir, güfte buldum, onu besteledim. Onun dışında da pek çok şairin mûsikiye uygun olan - bazen şiir olarak çok güzel olabilir, ama mûsiki giymeyebilir - şiirlerinden seçmek suretiyle demin de söylediğim gibi 643 beste yaptım."

Artık eskisi gibi meşkler yapılmıyor, o güzel eserler yeterince çalınmıyor, öyle güfteler yazılmıyor, besteler üretilmiyor. Halbuki Türk sanat mûsikisinin bin yılı aşkın bir geçmişi var...

"Şimdi mesele şu, Türk sanat mûsikisi son derece geniş, namütenahi, okyanus gibi geniş bir sahaya yayılmıştır, edebiyatı da bünyesine almak suretiyle. Üstelik bu beraberlikte demin bahsettiğimiz gibi İbn-i Sina, Orta Asya'ya dayanan tarihimizden getirdiğimiz bir misaldir. Oradan başlamak suretiyle Orta Asya'dan göçlerle Anadolu'ya gelişten sonra da bunu takip eden Selçuklu devleti, onu takip eden Osmanlı devleti zamanında mûsiki daima yukarılara doğru çıkmış, en değerli eserlerini bu uzun devre içerisinde vermiştir.

Büyük bestekârlar, onları himaye ve teşvik eden padişahlar gelmiştir. Bu mûsiki evet Türk Mûsikisidir, ama Ermeni büyük bestekârlar, Zaharya gibi Rum bestekârlar da vardır. Bunlar, Osmanlı tebaasıdır ve o kültüründen yetişme insanlardır.

Aşağı yukarı 800'lü yıllarda Farabi ile başlarsak, -çünkü udu bulan, kanunu bulan. Batı müziği tekniğinin eserini de ayrıca incelemiş, Türk musikisindeki perdelerle, aralıklarla Aristo'nun ortaya koymuş olduğu perde ve aralıklar arasında münasebet var mı yok mu incelemiş, hakkında eser yazmıştır.- demek ki Türk mûsikisinin tarihi 800'lü yıllardan başlıyor. 800'lü yıllarda yani 9. yüzyılda Avrupa'da ne Almanya, ne Fransa, ne Polonya var. Grek var. Yunan medeniyeti. Daha evvel de bir Roma var. Onun için bizim Türk mûsikisi çok eskidir."

"O edebiyat var mı?"

Ama bugün?!

"Şimdi bugün ne var ki? Soruyorum: O edebiyat var mı?"

Yok.

"O mûsiki de yok. İkiz kardeş bunlar. Dediğim gibi o yüzyıllardan zamanımıza gelinceye kadar edebiyatın en üst seviyedeki şiirlerini yazan büyük şairlerin şiirleri güfte olmuş. O zamanın en büyük bestekârları o güfteyi almış, beste yapmışlar. Birbirleriyle kardeş olarak edebiyat ve mûsikiyi getirmiş zamanımıza ve Türkiye Cumhuriyeti'ne emanet etmişler.

Türkiye Cumhuriyeti'nin başlangıcında da gene pek çok değerli bestekârlarımız yetişmiştir. Onların eserleri repertuarımızı zenginleştirmiş."

Peki bu eserler arşivlerde duruyor mu? Örneğin Radyo'da?

"Mükemmel var. Bende de arşiv var. Radyo'da da arşiv çok zengindir. Konservatuarlarda da arşivlerimiz var."

Siz 643 bestenizin kaydına sahip misiniz?

"Tabii, tabii..."

Peki solistliğin bir yaşı var mı? Belli bir yaştan sonra emeklilik söz konusu mu?

"Şimdi efendim o bünyeye bağlı, solistin bünyesine."

Safiye Ayla Hanım meselâ uzun yaşadı ve hep okudu...

"Onun sesi bozulmadı, uzun zaman bütün özelliklerini muhafaza etmiştir sesi."

Peki ses önemli mi yoksa usûl mü? Yoksa ikisi birden gerekiyor mu?

"Bir defa ses olmadan müzik olmaz."

Sesin iyi olması şart mı?

"Ses, Allah'ın bir vergisidir. Çalıştırması şart tabii. Meşk sistemi vardır."

Usûlün önemi...

Ya usûl?

"Usûl, yani ritm.. Türk mûsikisinde çok daha muğlâk ve bilim eğilimi ister, zaman vereceksiniz. Küçük usûller var, büyük usûler var. Küçük usûllüler 2 zamanlıdan başlıyor, büyük usûller 120 zamanlıya kadar gidiyor. Kudüm vuruşları var bunların. Kuvvetli zamanlar, zayıf zamanlar, orta kuvvette olan zamanlar vardır vuruşlarda. Kudümü o usûlün bütün özelliklerini gösterecek şekilde vuracaksınız. Öyle tabatabatabtab değil. Yani onun için usûlde de çok zengindir Türk musikisi.

Batı müziğinde bu kadar çok usûl yoktur, tempo vardır. Bir de mesela metronom işaret eder birim eğer bir dörtlük ise o ne kadar değere karşıdır onu gösterir. Ritmini orkestra, orkestra şefi veyahut da solo yapan ona göre kullanır.

Bizim Türk mûsikisinde ise vuruşlar ayrı bir bilimdir. Dediğim gibi düşünün 2 zamanlıdan başlıyor taaa 120 zamanlıya kadar gidiyor. Büyük formdaki eserlerde değişik büyük usûller kullanılıyor ve bu bestekârın kendi tasarrufuna bağlıdır. Çok zenginliği olan bir mûsikidir."

Şimdi bu mirası yeterince koruyabildiğimizi düşünüyor musunuz?

"Korumaya çalışıyoruz. Çünkü çok derdimiz, kaygımız var. Osmanlı İmparatorluğu'nun çöküşünden sonra, Cumhuriyet'le birlikte adaptasyonda zorluklar olmuştur. Eski örf ve ananelerin tamamen içinde hapsolmuş olan bir milleti yeni baştan zenginleştirmek ve zamana ayak uydurabilmek çok zor bir iştir. Ama bunu yaparken de birçok şeyleri yıkıp da, o yıkıntının üstünde yaparsak büyük kayıplarımız olur."

Ama öyle yapılmadı...

"Bizim jenerasyon bunların farkına varmıştır."

Ya yeni nesiller, gelecek olanlar...

" Ben şuan 84 yaşındayım. 1 Mart'ta da 85 olacağım. Haliç Üniversitesi'nde konservatuarda hocalık yapıyorum. Hem son sınıfa bakıyorum, hem yüksek lisansa ve onları bu bakımdan zenginleştiriyorum."

Peki o çocuklar o bilince sahipler mi?

"Çok hevesliler. Bunu Radyo'da da yaptık. Stajyerlerimiz vardı, stajyerler yetiştirdik. Bunların her biri büyük usta solist oldular."

Evet, Erol Bingöl, Erol Küçükyalçın, Vedat Çetinkaya, Tülay Canik, Sevinç Tolunay, Perihan Boran, Safiye Filiz, Hamiyet Turan, Esma Başbuğ, Asuman Aslım, Meral Mansuroğlu, Melihat Gülses, İlknur Elbisin, Nursaç Doğanışık, Çiğdem Kırömeroğlu, Umut Akyürek, Melda Kuyucu bunlardan yalnızca birkaçı... İyi ki varsınız hocam, sağ olun, var olun...

"Ustalara Saygı" toplantılarının 20 Aralık'taki konuğu olacak

Alâeddin Yavaşça için 20 Aralık Pazartesi akşamı, Beşiktaş Belediyesi tarafından "Ustalara Saygı" toplantısı düzenlenecek. Etkinlik öncesinde ise şiirlerinden oluşan bir sergi açılacak. Ustanın eşi Ayten Hanım, bu sergiyi ve etkinlik için hazırlanan CD ve kitapları anlatıyor:

"Hoca Kilisli olduğu için Kilis'te kurulan Yedi Aralık Üniversitesi 2010 yılını Alâeddin Yavaşça yılı ilan etti. Çeşitli illerde etkinlikler yapıldı. Ben de bunlardan ilham alarak acaba ne yapabilirim hoca için diye düşündüm. Çünkü hoca ile beraberliğimiz 50 yıllık bir birliktelik. Ve bu 50 yılın bir hediyesi olsun diye düşünerek onun bütün şiirlerini bir araya getirdim. Kitaplaştırdım, hâlihazırda matbaada basılıyor. Güftelerinin bazısı bestelendi, bazısı bestelenmedi. Kimsenin bilmediği güfteleri topladım. Bunların sayısı 102 taneydi. Nasıl sunabilirdik? Ebrûlar yaptırdım kâğıt üzerine. Onların üzerine de hat sanatıyla bu güfteleri, şiirleri yazdırdım. Bunlar şimdi çerçevelenecek ve 20 Aralık Pazartesi saat 19.00'dan sonra Akatlar Kültür Merkezi'nde sergileyeceğiz."

CD'ler?

"2 CD var. Bir CD'de güftelerinde, bestelerinde, sesinde Alâeddin Yavaşça'dan şarkılar; ikinci CD'mizde güfteler Ayten Yavaşça, Alâeddin Yavaşça'nın bestelediği ve seslendirdiği yapıtlardan seçmeler yer alıyor. Bu CD'leri de kitabın içine koyacağız. Oraya gelen misafirlerimize kitapla birlikte hediye edeceğiz."

Atatürk, Türk mûsikisine yabancı değildi

"Türkiye Cumhuriyeti'ni kuran Atatürk'ümüz de Türk mûsikine yabancı olmayan bir devlet adamıdır. Bunu da ben şöyle tespit ettim. Cenab-ı Hak'kın bana verdiği bir lütuftur bu. Eskiden Lale ve Nerkis diye plakları olan iki kız kardeş vardı. Bunlar, İpekçilerin gelinleriydi. İpekçiler, Türk sinemasını kuran kişilerdir. Onların asıl isimleri farklıydı. İkisi de Selanikliydiler. Lale ve Nerkis lakaplarıydı.

1950 senesinde ben Radyo'ya girdim, onlar yaptığım solo neşriyatlarla ilgilenmişler, Münir Bey'de onlara gidip geliyor, ona demişler ki; 'Alâeddin Yavaşça diye birisi var, eğer tanıyorsanız onu bize getirseniz, görüşmek, tanışmak istiyoruz.' Bir gün hoca bana dedi ki 'Seni bir yere götüreceğim. Tahmin ediyorum seveceksin orayı.' Peki hocam dedim. Gittik orada tanıştık onlarla. Ve bunlar tabii Selanik'ten gelmişler, Atatürk de Selanikli.

Bir de onların dayısı var, Tevfik Kılıçcıoğlu. O da askeriyeden. Atatürk'ten bir sınıf yukarıdaymış. O da mûsikiyi çok iyi biliyor. Selanik'te Atatürk birkaç arkadaşıyla beraber bunlara Türk mûsikisi meşki yapıyor. Dolayısıyla bundan edindiğim bilgiyle, Atatürk'ün sadece bir dinleyici olmadığı çıkıyor meydana.

Birçok eserleri ezbere almış. Bununla ilgili bir bilgiyi de Fahri Kopuz'dan ve Refik Fersan'dan dinledim. 5 kilovatlık Ankara Radyosu zamanı, o sıralarda Melek Tokgöz isminde bir sanatkârımız isim yapmaya başlıyor. Atatürk, onu da bazen sazlarla beraber saraya davet ediyor, müzik dinliyor. Bir gün sormuş bu mûsiki ustalarına 'yahu demiş bir muhayyer şarkı var 'Gözden cemalin çün ırağ oldu, mecnuna döndüm yerim dar oldu' diye, ne korolarda, fasıllarda ne de sololarda dinliyorum. Çok da güzel bir eser, niye okunmuyor?' Arşivi yok Radyo'nun o yıllarda, hiçbir şey yok ellerinde, birbirlerine bakıyorlar 'vallaha bunun notası yok bizde' diyorlar. Atatürk de ' o zaman ben okuyayım da siz notaya alın' diyor. O şarkıyı, Atatürk okuyarak notaya aldırtıyor."

Tıp ile mûsikinin ilişkisi

Hem doktor olup hem de mûsiki ile ilgilenenlerin fazlalılığı dikkat çekiyor. Doktorlukla müzisyenlik arasında bir bağ mı var, yoksa rastlantı mı?

"Bağ, İbn-i Sina'dan başlıyor. İbn-i Sina hem hekim, hem mûsikişinas, hem de bestekâr. İbn-i Sina aşağı yukarı 11. yüzyıla filan düşüyor. 11. yüzyıldan itibaren hekimlikle mûsiki güzel bir anlaşma içinde olmuş. Demek ki bu iki meslek sanat dalına giriyor. Hekimlik de bir sanattır, yalnız bilim değil. O bakımdan zamanımıza doğru yaklaştığımızda pek çok hekimlerin aynı zamanda mûsiki içinde olanlarını görürsünüz.

Dr. Subhi Ezgi meselâ benim hocamdır. İstanbul Erkek Lisesi'nde olduğum zaman benim edebiyat hocam Hakkı Süha Gezgin, aynı zamanda neyzendi. Emin Dede'nin de talebesiydi. 1942-43 senesinde Neyzen Emin Dede sağdı. 'Seni ona götürecek, elini öptüreceğim, sana hayır dua etsin' derdi. Aldı götürdü, onun elini öpmek nasip oldu bize Hakkı Süha hoca vasıtasıyla.

Hakkı Süha Bey'in evinde fasıl meşkleri vardı. Salı ve Cuma günleri akşamları piyasada, şurada burada bilinmeyen taa mazinin derinliklerinden gelen eserler icra edilir, meşk edilirdi orada. Hocamız da Dr. Selahâddin Tanur'du. Çok güzel tanbur çalardı.