Batı ekonomilerindeki kamu borcu takıntısı

Tuğrul BELLİ
Tuğrul BELLİ GÜNDEM tugrulbelli@gmail.com


Her ne kadar başta merkez bankacılar olmak üzere Batı ekonomilerinin politika belirleyicileri 2008 büyük resesyonunu bir büyük buhrana çevirmeden atlatmış olmalarını bir başarı hikayesi olarak sunma eğilimindeler ise, esasen yapılabilecek pek çok şeyin yapılmamış olması bu son 10 yılda bu ekonomilerdeki toparlanmanın hep zayıf ve kırılgan olmasına yol açmış durumda. Geldiğimiz noktada ise, hiç bir Batı ekonomisinin güçlü ve kalıcı bir büyüme patikası içinde olduğunu söyleyemeyiz (Buna işsizlik oranının rekor seviyeye gerilemesine rağmen ABD de dahil.) Aksine, tüm öncü göstergeler özellikle Avrupa kıtasında büyümenin durma noktasına gelmekte olduğunu göstermekte.

Üzerinde çok çizilip tartışılan ve merkez bankacılığı açısından devrim niteliğinde bir enstrüman olarak sunulan miktarsal gevşemenin (quantitative easing) ekonomileri canlandırma açısından aslında oldukça kısıtlı bir etki yarattığını kabul etmek durumundayız. Ne zaman ki politika faizleri çok düşürülmesine rağmen yeteri kadar ivme yaratamayınca ve faizler de sıfır alt sınırına (zero lower bound) dayanınca, Fed devlet tahvili ve ipoteğe dayalı menkul kıymet satın almak yoluyla kendi bilançosunu genişleterek kısaca QE olarak adlandırılan programı devreye soktu. AMB de bir süre sonra Fed’in yolundan gitmek durumunda kaldı.

Ancak piyasalara bu şekilde likidite bırakılması istenilen ölçüde güçlü bir ivme yaratmadı. Normal şartlarda düşük faiz ve bol likidite ortamında şirketlerin yatırım harcamalarını artırmaları beklenir. Düşük faizler yatırımlardan beklenen minimum getiri oranını da (hurdle rate) düşürdüğü için, yatırım yapmak cazip olmaya başlar. Ancak faizler sıfır alt sınırına çok yakınken, bu sefer de şirketler açısından nakitte kalmanın maliyeti de çok düşmüş demektir. Bu şartlarda atıl parayı kullanmayıp, beklemeyi de tercih edebilirler. Nitekim, çoğu zaman böyle oldu, yatırımlarda ciddi bir artış yaşanmadı. Öte yandan, pek çok şirket bu atıl paralarla şirket satın alma veya kendi hisse senedini satın alarak dolaylı yoldan temettü dağıtma işine soyundu. Ancak bu tip finansal oyunların reel piyasalara fazla bir olumlu etkisi olmadı. (Borsa endekslerindeki artış tabii ki bir miktar servet etkisi yarattı. Ancak, bu da büyük ölçüde yüzde 1’e yaradığı için, tüketim tarafında büyük bir ivmelenme olmadı.)

Aslında, daha güçlü ve kalıcı bir büyüme için tarihi düşük borçlanma faizlerini fırsat bilerek kamunun borçlanması ve bu kaynaklarla da altyapı yatırımlarına ve transfer harcamalarına ağırlık vermesi bu ekonomilerde çok daha güçlü bir ivme yapabilirdi. Ancak, ABD’de Obama’nın daha 2010 yılında “zamanın artık kemer sıkma zamanı” olduğunu ifade etmesiyle maliye politikası kaynaklı bir canlanma imkanı da kalmamıştı zaten. Avrupa’da ise, Almanya’nın da baskısıyla, maliye politikasında genişlemeci politikalar zaten hayal bile edilmedi.

Bugünlerde, bu anlamsız “kemer sıkma” takıntısı iyice tartışılır hale geldi. Örneğin Ken Rogoff (ki 2008 krizi akabinde Carmen Reinhart ile yazdığı çok ses getiren kitabında kamu borcunun milli gelirin yüzde 90’ını aşmaması gerektiğini savunmuştu) geçenlerdeki bir makalesinde İngiltere’nin vasat büyüme, yüksek gelir dağılımı eşitsizliği ve düşük faiz ortamında neden hâlâ yüzde 84 olan kamu borçluluk oranını düşürme takıntısı içinde olduğunu sorguluyordu. Ekonomist Brad DeLong’a göre ise geçerli devlet faizi oranları bir devletin iktisadi dengeleri bozmadan borçlanmaya gidip gidemeyeceğinin en birincil göstergesi. Eğer borçlanma ve bütçe açıkları aşırıya kaçarsa, zaten piyasa tepkisini verip faizleri yükseltecek, bu da kamunun harcamaları azaltması için yeterli bir işaret olacaktır. Sonuçta, Keynes’in 1937’de dediği gibi “ekonomide yavaşlama zamanlarında değil, hızlı büyüme zamanlarında kemer sıkılmalı”.

Yazara Ait Diğer Yazılar Tüm Yazılar
Dar bir koridor! 10 Ekim 2019
IMF 4. Madde bildirisi 26 Eylül 2019