Benim dikkatimi doğrusu Endonezya çekti

Güven SAK
Güven SAK DÜNYA İŞLERİ

Doğrusu ben artık pek sıkıldım. “Kediye kedi dememek” ve ciddi bir tedbir almamak için düzenlenen panayır gösterileri kabak tadı verdi artık. Burada “kedi” diyorum ya, aslında aklımda hadisenin Can Yücel versiyonu var. Onu da söyleyeyim. Kriz başlayınca, krize yönelik tedbir alınır, mavra yapılmaz.

Kriz başlayınca, krize yönelik tedbir alınır

Türkiye, iktisat literatüründe sıkça anlatılan, klasik bir döviz krizi süreci içinde. Liranın dolar karşısında ezilmesinden, şimdilerde, hadisenin bilanço etkilerine doğru geçiyoruz. Türk Lirasının Amerikan Doları karşısında hızlı değer kaybı, şirket ve banka bilançolarında elbette bir dizi etkiye yol açtı. Şimdi bu bilanço etkileri, sadece liranın bir daha ezilmesine neden olacak yolu açmaya sebep olacak. Daha önce başka yerlerde oldu, tedbirler süratle alınmazsa ne olacağını tahmin edebiliyoruz.

Ağustos ayı ödemeler dengesi bilançosunda gördüklerimiz, yalnızca vaziyetin ciddiyetini gösteriyor. “Daha işin sonunda değiliz. Sonun başlangıcında da değiliz. Olsa olsa başlangıcın sonuna yakın bir yerlerdeyiz”. Bu arada, devlet hazinesinin borçlanmalarında vade beklendiği gibi kısalıyor, yeniden borçlanmak için ödenmesi gereken maliyet ise artıyor.

1990’lı yıllarda gazeteler hep “Hazine bu hafta başarılı bir biçimde borçlandı” manşetleri ile çıkardı.

Eskiden, 1990’lı yıllarda biz her hafta manşetten “Hazine, bu hafta başarı ile borçlarını çevirdi” haberini okurduk. Nedir? Hazineye eskiden borç vermiş olanlar, itfa zamanında yeniden borç verdiler diye pek sevinir, hep bir yürek çarpıntısı ile haftalık Hazine ihalelerini izlerdik. Yine aynı alametler belirdi. Gazetelerin manşetlerinde aynı 1990’larda olduğu gibi yeniden “bu hafta Hazine başarı ile borçlandı” haberleri yer almaya başladı. Tecrübeli bir Cumhuriyet yurttaşı olarak, aman dikkat derim ben bu durumda..

Etrafta tüm bu alametler sıra sıra dizilmişken, Türkiye, garip bir rehavet içinde, “kediye kedi dememek”te ısrar ediyor. Tedbir almak yerine panayır gösterileri ile vaziyeti idare etmeye çalışıyor. Ortada aynı 1990’lardaki gibi bir hercailik, bir türlü bir noktaya odaklanamama hali var, tam aynı rehavet. Hal böyle olunca, doğal olarak ben bu hafta, Çin’in giderek görünür hale gelen Türkiye ilgisine bakmaya karar verdim. Hiç değilse sinirlenmem dedim kendi kendime. Ama rakamlara bakarken, Çin değil, Endonezya dikkatimi çekti.

Endonezya, Türkiye’yi sollamış gitmiş. Neden?

Yandaki grafik, dünyanın üretim merkezlerinin 1970-2016 arasında nasıl değiştiğini gösteriyor. Bazı ülkelerin dünyanın toplam imalat sanayi üretiminden aldığı pay azalmış, bazılarının payı ise artmış. Grafiği bundan altı yıl kadar önce ilk kez İsviçre’den Richard Baldwin’in bir çalışmasında görmüştüm. Orada seri 2010 gibi bitiyordu. Burada aynı grafiğin 2016’ya kadar uzatılmış hali var. Seriyi böyle uzatınca, Endonezya’nın bir imalat sanayi üretim merkezi olarak, Türkiye’ye nasıl fark attığı ayan beyan görünür hale geldi.

Ben aslında bu grafiği, küresel imalatın nasıl doğuya doğru kaydığını izah etmek için kullanmayı düşünmüştüm. Türkiye, mesela, 1970’lerde, küresel imalat sanayi üretiminin yaklaşık binde beşine ev sahipliği yaparken, şimdi bu oranı yüzde 1’in üzerine çıkarmış. Kore aynı dönemde payını binde 3’lerden yüzde 3’e doğru yükseltmiş ve bir küresel imalat sanayi merkezi haline gelmiş. Zaten tabloda, üretim merkezlerinin batıdan doğuya doğru kaymasından en çok yararlanan ülkeler yer alıyor. G7 ülkeleri kaybediyor. Çin, Kore, Hindistan, Endonezya, Türkiye, Tayland, İrlanda ve Suudi Arabistan kazananlar arasında.

Doğrusu benim dikkatimi en çok Endonezya çekti. Baldwin’in ilk grafiğinde, 2010 öncesinde, Endonezya, Türkiye ile aynı yerlerdeydi hatta daha eskilere gidildiğinde Türkiye’nin gerisinde idi. Şimdi grafiği 2016’ya doğru uzatınca, Türkiye’ye bir küresel imalat sanayi merkezi olarak fark atıyor.

2007 yılından sonra, Türkiye’nin AB sürecinden hızla uzaklaşmaya başlaması, reform sürecinin yerini siyasi çalkantıya bırakması, 2007’ye kadar mecliste iktidar ve muhalefetin ortaklığı ile gerçekleştirilen anayasa değişikliklerinin yerini siyasi çekişmelere dayalı referandumlarla gelen anayasa değişikliklerine bırakması, Türkiye’yi yormuş, enerji israfına yol açmış ve Türkiye’ye ekonomide alan kaybettirmiş.

Endonezya bir küresel imalat sanayi merkezi olarak konumunu güçlendirirken, bu süre zarfında Türkiye güç kaybetmiştir. Doğrusu, ben bu grafiğin, mühürlü olmayan kalpler için, çok şey anlattığını düşünüyorum. Türkiye’yi 2016 darbe teşebbüsüne getiren sürecin somut iktisadi etkisini görmek isteyenler, bizim nerede hata yaptığımızı görmek için bu grafiğe daha dikkatli bakmalılar.

Suudi Arabistan’ın performansı da fena değil ama onu sonra anlatayım. Cemal Kaşıkçı’nın Türkiye topraklarında hunharca katledilmesinin ciddi sonuçları olacağı kanaatindeyim ben doğrusu. Doğru yerde durursa, Türkiye için ise son derece hayırlı sonuçları olacağını düşünüyorum.

Türkiye’nin 2007 yılından beri yaptığı tek dişe dokunur reform “sigara yasağı”dır

Peki, Endonezya neden iyi, Türkiye neden kötü? Türkiye neden böyle negatif bir biçimde ayrışıyor? Gayet basit bir nedenle, Endonezya bir süreden beri Türkiye’nin 1980’lerde yaptığı fiyat reformlarını yapıyor. Ne yapıyor? Fiyat sübvansiyonlarını terk ediyor. Joko Widodo hükümeti ile birlikte petrol fiyatlarının yüzde 30 civarında artmasının da nedeni bu. Ne oluyor? Endonezya reform yapıyor. Türkiye 2007 yılından beri ekonomi alanında Seddülbahir bataryası gibi hareketsiz bir biçimde duruyor. Benim gördüğüm, 2007 yılından beri, Türkiye’nin yaptığı tek dişe dokunur reform adımı “sigara içme yasağı”dır. Başkasını bilen varsa söylesin. Bitmedi. Endonezya fiyat kontrollerini kaldırırken, Türkiye’nin, bugünlerde, dalga geçer gibi “enflasyonla topyekûn mücadele” adı altında 12 Eylül döneminin fiyat kontrollerine dönme teşebbüsünde bulunması ayıp oluyor. Zaten, benim o meşum toplantı ile ilgili tek tesellim, merkez bankası başkanının o gün orada olmamasıydı.

Türkiye’nin artık ortaya bir yapısal reform ve orta vadeli büyüme stratejisi dokümanı koyması gerekiyor. Öyle McKinsey usulü harcıâlem bir sunum filan değil, hakikisinden. Sunumu yapanın gözüne baktığımızda, içtenliğinden emin olup, güven duyacağımız gibi hakikisinden. Bunun ilk şartı ise kediye kedi demekten geçiyor. Hatırlatayım.

Yazara Ait Diğer Yazılar Tüm Yazılar