İnsanı ve dünyayı önemsemeden olmaz

Adnan NAS
Adnan NAS ASLINA BAKARSANIZ adnan.nas@stfa.com

Soma trajedisi, pek çoğumuz dar çevresiyle sınırlı bir algıya sahip olduğu ve hatta bir ölçüde dünyayı da kökten bir değişim geçirmekte olduğumuza inandırdığımız için, tatsız bir sürpriz oldu. Oysa bu köşede de yıllardır vurguladığımız gibi, zaman zaman tanık olup umutlandığımız ekonomik gelişme göstergeleri toplumun kurumsal ve kültürel yapısında istikrarlı bir dönüşüm ile desteklenmedikçe lig değiştirmemizi sağlayacak kalıcı ve büyük boyutlu bir gelişmenin işareti değildi. Ayrıca sağlanan ekonomik büyüme dengeli dağılmadığı ve sistematik uzlaşmalara dayanmadığı için, böyle bir gelişmenin itici gücü olacak rekabetçilik ve verimlilik eksenlerini güçlendirmiyor, aksine o yönde odaklanmayı ve yoğunlaşmayı engelliyordu. En önemlisi de en büyük stratejik avantajımız olduğunu kabul ettiğimiz, en azından kalkınma planı retoriğine dahil etmek zorunluluğunu hissettiğimiz insan kaynağımızı önemsediğimizi ve geliştirmek istediğimizi gösteren hiçbir şey yapmıyorduk.

Soma'nın yeniden kanıtladığı

Söylemlerimiz ile gerçekten düşünüp yaptıklarımız arasında bir uçurum olduğunu Soma'da olanlar bir kez daha kanıtladı. Konuyu mevzuat ayağındaki boşluk (uluslararası ILO sözleşmesini imzalamamış olmak ya da özelleştirmede yanlış kriterler aramak) ya da işveren cephesindeki açgözlülük ve sorumsuzluk yönünden yorumlayan çok oldu, bunları tekrarlamayacağım. Öncelikle henüz geçen haftaki yazımda üzerinde durduğum daha genel bir kusurumuz ile ilişkisini aklıma getirdiğini söylemeliyim. Bütün uygulamalarımızı ve politikalarımızı kısa vadeli hedefler için oluşturmamızın sadece uzun vadeli başarıyı ıskalamamıza değil, aynı zamanda gerçek potansiyelimizden sürekli uzak kalmamıza neden olduğunu kastediyorum. Enerji maliyetini kısmi ve palyatif de olsa azaltmanın ya da yoksullara ayni yardım yapmanın kısa vadeli yararı, çağdışı bir madencilik altyapısı ve tümüyle güvensiz bir çalışma ortamının vereceği uzun vadeli zarar ile kıyaslanmayacak kadar önemsiz.

Bu vesileyle bir başka yanlışı da düzeltmekte yarar var. Olay ile ilgili yaygın eleştirilerden 
biri de arka plandaki suçlulardan biri olarak “verimlilik tutkusu”nun gösterilmesi. Tam da 
ülke ekonomisinin en önemli zaaflarından biri olan düşük verimliliğin kutsanması anlamına gelecek böyle bir mantık son derece yanlış olur. Gerçekten de özellikle gelişmiş ülkelerle kıyaslandığında oldukça düşük bir işgücü verimliliği sorunumuz var;
ama bunu aşmanın yolu insan haysiyetine yakışmayan koşullarda işçi çalıştırmak değil,
genel ve işbaşi eğitimlerle işgücü becerisini arttırmak, kullanılan yöntemleri ve teknolojiyi modernize etmektir. Vahşi batı kapitalizmiyle verimlilik arttırıcı yöntemlerin tümünü bir tutmak, bir yanlışlığı eleştirirken daha kapsamlı bir başkasına çanak tutmak ve gelişme umudundan vazgeçmek anlamına gelir. Pek çok zaafımızın üzerine kararlı bir şekilde gidemeyişimizin gerisinde bulunduğunu bidiğimiz yanlış zihinsel kodlarımıza yeni ilaveler yapmanın alemi yok. Yurtiçi katma değeri arttırmanın adam başı katma değeri de  arttırmak demek olduğunu unutmamalıyız.

Verimlilik ve rekabetçiliği içselleştirmedik

Gerçi verimlilik ve rekabet son yıllarda sıkça tartışılan, kamu ve özel kesim liderlerince altı çizilen kavramlar haline geldi ama bu konudaki anlayışımızı da kendimize göre biçimlendirdiğimiz açık. Tarışmalarımızı genellikle şablonlar üzerinden ve teorik düzeyde yaptığımız, kavramların gerçekte ne ifade ettiğine ve hangi koşulları gerektirdiğine bakmadığımız için kendimizi değiştirmeden sadece dışsal destekler ile bunu sağlayacağımıza inanıyoruz.

Kamu destekleri ile ilgili mevzuata ya da uluslararası ekonomik anlaşmalara yaklaşımımız da aynı. Mevzuat ve anlaşma yapmanın yetmeyeceğini, bunların uzun vadede işe yaraması için mikro ya da makro ölçekte uyumun ve  iç dinamiklerin güçlendirilmesi gereğini gözardı ediyoruz. Sonuç genellikle yaz boz düzenlemeler ya da düş kırıklıkları oluyor. Son zamanlarda yoğunlaşan Gümrük Birliği ve AB ile ABDarasındaki Yatırım ve Ticaret Ortaklığı anlaşmalarını değerlendirme tarzımızda da benzer noksanlıklar var. Kapsamlı etki analizleri yapmadan tek taraflı beklenti oluşturma ve yakınma eğilimleri ağır basıyor. Gümrük Birliği'nde yeni düzen ile ilgili düzeltmeler yerine tümden kopma ve transatlantik anlaşmaya doğrudan taraf olma gibi gerçekçi olmayan senaryolar alkış topluyor. Ne Gümrük Birliği'nin elimizdeki önemli stratejik araçlardan biri olduğunu, ne de transatlantik anlaşmayı Avrupa'da kayıtsız şartsız isteyen tek ülkenin neden Almanya olduğunu göremiyoruz. Çünkü verimlilik ve rekabetçilik kavramlarının gerçek niteliğini içselleştirmiş değiliz.

Yasa ayrı uygulama ayrı

Yasa yapış sürecimiz de aynı değil mi? Yasa ne derse desin uygulamayı alıştığımız gibi
yapıyoruz. Hatırlıyorum da 2002 sonrasında çeşitli reform inisiyatifleri için kamu görevlileri ile STK temsilcileri olarak hevesle ortak çalışmalar yaparken siyasetle de yakından ilgisi olan etkili bir işadamı bana “iş alemini haksız vergi ödemekten kurtarmak için enflasyon muhasebesinin zorunlu olduğunu” söyleyip destek istemişti.

Ben de bunun vergisel sonucunun işetme bilançosunun yapısına bağlı olduğunu, sonucun her zaman istedikleri gibi olmayacağını belirtmiştim. Yıllar sonra mevzuat o şekilde değişip uygulandığında aynı işadamının bu yasadan şikayet edip kaldırılması için lobi yaptığını görüp uyarımı hatırlattığımda hata yaptığını ifade etti.

Oysa hata yasada değil, etki analizini yeterince yapmamaktaydı.

Zaten verimliliği ve rekabeti çok sevseydik, bunların önündeki başlıca engellerden biri olan bölgesel farklılıkları gidermeyi öncelik saymamız gerekirdi. Oysa yasal düzenlemeleri yaparken geniş kapsamlı ve tutarlı stratejik değerlendirmeleri esas aldığımızı söylemek zor. Sözün kısası sorun piyasa ekonomisini ve evrensel kuralları değil, kendimizi değiştirmeye istekli olup olmadığımızda!
 

Yazara Ait Diğer Yazılar Tüm Yazılar
Seçim biter, kriz bitmez 02 Temmuz 2019
Yolun sonuna geliyoruz 11 Haziran 2019