Lira neden böyle pırıl pırıl parlıyor?

Güven SAK
Güven SAK DÜNYA İŞLERİ

Tamam, ilginç bir dönemden geçiyoruz. Çinlilerin, hoşlanmadıklarına “umarım ilginç zamanlarda yaşarsın” dedikleri gibi ilginç bir dönem… Dünyada, bölgemizde ve Türkiye’de bundan sonra neler olacağına dair öngörüde bulunmak zorlaşıyor. Ama Amerikan Dolarına karşı değer kaybeden bütün o paralar arasında, Türk Lirası neden böyle pırıl pırıl parlıyor?

Gelin bu ilginç dönemi bir tanımlamaya çalışayım. Küresel ölçekte bakarsanız, ben üç eğilim görüyorum: Birincisi, eskiden bir tek bizim gibi ülkelerde küreselleşme karşıtı akımlar olurdu. Küreselleşmeye muhalefet sistemin çevresinden gelirdi. Şimdi ise küreselleşme karşıtı muhalefet, sistemin merkezinden yükseliyor.

İngiltere’de Brexit, Amerika’da Trump, küreselleşmenin merkezde biriktirdiği eşitsizlikleri yansıtıyor yalnızca. Trump, böylece “Başkan Trump” oldu. Çin gibi, Türkiye gibi ülkelerin küreselleşme sürecinde oynayabileceği rolün daha da artacağı bir yeni sürece giriyoruz bana sorarsanız. İkincisi, bugünlerde Trump’ın başkanlığı ile Amerikan ekonomisindeki toparlanma eğilimi kesişti. Millet, güvenli Amerikan tahvillerinden çıkıyor, fırsatları kaçırmamak için likit kalmaya çalışıyor. Kriz dönemlerinde hızlı pozisyon alabilmek için portföylerde hareket kabiliyetini artırmak önemli. Amerikan bonoları elden çıkartıldığı için fiyatları düşüyor, faiz oranı artıyor. Amerikan Doları dünyanın her tarafında güçleniyor. Bazı paralar Amerikan parasına karşı daha hızlı değer kaybediyor. Türk Lirası, Amerikan Doları karşısında en hızlı değer kaybeden para olma konusunda Meksika Pezosunu bile geride bıraktı bu günlerde. Üçüncüsü ise, ülkeler arasında inovasyon uçurumunun herşeye rağmen kapanacağı, ülkeler arasında teknoloji transferinin kolaylaşacağı bir yeni çağa giriyoruz. Ben Başkan Trump’ın, Obama döneminin, ikircikli liderlik (leadership from behind) dönemini sona erdirmesinin, küresel anlamda iş yapmayı zorlaştırmayacağı, tersine kolaylaştıracağı kanaatindeyim doğrusu. Bunlar hep fırsat aslında.

Bölgemize bakarsanız, ben yine üç eğilim görüyorum: Birincisi, içinde buluduğumuz yüzyılın ikinci yarısından itibaren petrol talebinin sıfıra doğru gerileyeceğine dair kanaat güçleniyor. Petrol üreticisi ülkelerin alternatif politikalarla küresel sisteme entegrasyonunda, Türkiye gibi bir ülkeye de önemli bir rol düşmesini beklemek gerekiyor doğrusu. İkincisi, Arap Baharı ile Kuzey Afrika’da başlayan sürecin, Suriye’de sınırlarımıza dayandığını görüyoruz. Bundan tam bir asır önce, 1916 yılında, çizilen Sykes-Picot sınırları, bir nevi yeniden ele alınacak. Olup bitenler, Türkiye’yi de fazlasıyla ilgilendiriyor ama Türkiye sürecin pek de içinde görünmüyor.

Endişelerimiz hareketlerimize, açıklamalara yansıyor aslında. Kullandığımız sözcükler gücümüzü değil, tedirginliğimizi yansıtıyor yalnızca. Üçüncüsü, Suriye kaynaklı mülteci akınının Avrupa’ya yürüyüşünü sınırlandırma konusunda Türkiye’nin önemi artmış durumda. Dün Soğuk Savaş esnasında, Türkiye’nin istikrarı ne kadar önemliydiyse, bu gün de o kadar önemli. Rusya meselesine ise hiç girmeyeyim şimdi.

Türkiye’de de üç eğilim var. Bunlardan ilki, Türkiye’nin artık eskisi gibi köyden kente göç ile hızlı bir biçimde büyüyemeyecek olması. 1960 yılında yüzde 30larda olan kentleşme oranı artık yüzde 75 oldu. Artık büyümenin sektör içi verimlilik artışları kaynaklı olması gerekiyor. Bunun en iyi yolu her sektörde verimliliği aynı anda artıracak teknolojileri doğru seçmek. Dün kendiliğinden olanı şimdi planlayarak, seçerek yapmak gerekiyor. Yapısal dönüşümü savsakladığımız için memleketin büyüme oranı 2008-2016 döneminde, 2002-2007 dönemine göre, yarı yarıya düştü. Bu sürdürülebilir değil. İkincisi, teknolojik dönüşüm ve verimlilik artışları için Türkiye’nin daha fazla yabancı sermaye yatırımına ihtiyacı var. Halbuki OHAL sürecinin, karar alma sürecimize getirdiği ek maliyet ve belirsizlikler ile hukukun üstünlüğü ilkesine verdiği ağır hasar nedeniyle, değil yabancılar Türkler bile Türkiye ekonomisinin geleceğine yatırım yapmak istemiyor bugünlerde. Son dönemde, Liranın değerindeki hızlı aşınmanın, kur intibakı boyutunu aşmasında Türk usulü OHAL sürecinin derin katkısı var bana sorarsanız. Üçüncüsü, Türkiye’nin bütün bu fasit daireyi kırabilmek için öncelikle güçlü bir idari reforma ihtiyacı var. Çala çala bir havaya girmeye alışmış bir milletten, notaya dökülmüş bir eseri okuyarak icra edebilen disiplinli bir orkestra çıkartabilir miyiz? Bundan ötesine başka türlü geçebilmek kolay görünmüyor. Yapabilir miyiz? Zor ama mümkün.

Ben öteden beri bu zor dönemde, Avrupa Birliği (AB) dönüşümünün, Türkiye için kolay çıkış yolu olduğu kanaatindeydim doğrusu. Geçen hafta Brüksel ve Berlin’de de aynı şeyleri anlattım. Ve insanları dinledim. Orada daha çok, AB’nin bir Türkiye stratejisine ihtiyacı olduğunu anlattım. AB, Türkiye’yi bir yere koyabilmeli ve Türkiye ile ilgili bir planı olmalı ki, o çerçevede, karşılıklı olarak atılacak adımlar üzerine düşünülebilsin. Ama şimdilik böyle bir strateji ne yazık ki yok. Burada Türkiye stratejisi dediğim, AB-Türkiye ilişkisinin siyasi çerçevesi aslında. O yoksa, Brüksel’deki bürokratların bu işi bir yere taşıyabilmesi mümkün değil. Bürokratikleşen TR-AB ilişkisi yürümüyor yaşadık gördük.

Ama doğrusu ya, Türkiye’nin de belirgin bir AB stratejisi yok. Biz de AB’ye, esas itibariyle, “Sen 50 küsur yıl önce bana bir söz verdiydin, bak, hala o sözünü tutmadın”ın ötesinde bir şey diyemiyoruz. Benzetmek gibi olmasın, “hani evlenecektik” der gibi bir nevi. Biz de bu ilişkinin siyasi çerçevesi üzerine fazla düşünmüyoruz, ortaya bir strateji koyamıyoruz ya da koymuyoruz. Nereden biliyorum? Türkiye’nin bir AB stratejisi olsa, idarecilerimiz son günlerde söylediklerini söylemezlerdi. “Söz gümüşse, sükut altındır” öğüdüne sıkı sarılırlar, lafla peynir gemisinin yürümeyeceğinin bilincinde olurlardı. Değiller. Neden? Türkiye’nin belirgin bir AB stratejisi olmadığı için elbette.

Halbuki Ankara Anlaşması’nın imzalandığı 1963 farklıydı. Hatırlayın 1962 yılı Küba füze krizi dönemiydi. Sovyetler Küba’ya füze yerleştirirken, Türkiye’deki füzeleri örnek gösteriyorlardı. Soğuk Savaş döneminde, Türkiye’nin istikrarı Batı için önemliyken, bize de bir çek verildi. Sonra biz o çeki bozduramadık. Soğuk Savaş bitti. Ortam değişti, öncelikler değişti. Polonya, Macaristan ve diğer Orta Avrupa ülkeleri Birliğe hızla katıldı. Ama Türkiye-AB ilişkisinin çerçevesi yenilenmeden kaldı. Irak operasyonları ve Arap Baharı döneminde Türkiye’nin önemi artınca, Amerika’nın bastırmasıyla ilişki ilerledi ama sonra yine durdu. Şimdi Avrupa’yı yakından ilgilendiren mülteci krizi ve deradikalizasyon sürecinde Türkiye’nin oynayabileceği roller nedeniyle, Türkiye’de istikrarın yeniden önem kazandığı bir yeni dönemin başındayız. Bu nedir? Türkiye’nin güçlü bir AB stratejisi tasarlayabilmesi mümkündür.

Burada Avrupalı dostlarımıza anlatmamız gereken şudur: Türkiye’nin istikrarı, Türkiye’nin büyüme oranını yeniden yüzde 2,5’in en az iki katına çıkarmasına bağlıdır. AB üyelik süreci ile kurumsal altyapısını tahkim etmeden, kamu idaresi reformunu yapmadan, mahkeme sistemini elden geçirmeden, Türkiye’nin yüksek büyüme oranlarına hızla yeniden ulaşabilmesi hayaldir. Bugün Türkiye’nin temel problemi ortadaki politik istikrara karşın, politika istikrarını kaybetmiş olmasıdır.

Aşağıdaki grafik, Türk Lirasının Amerikan Doları karşısındaki değerinin seyrini gösteriyor. Ben son dönemde, Liranın Dolar karşısındaki değerinin seyrinin bu ilginç dönemi yansıttığını düşünüyorum. Ekim ayından beri, Türk Lirası, Amerikan doları karşısında hızla değer kaybediyor. Darbe girişimi Temmuz’daydı. Temmuz, Ağustos, Eylül’de lira dolar karşısında istikrarlı bir seyir izledi. Piyasalar dalgalanıp duruldu. Her şey sağlıklıydı. Ama Ekim’den sonra işler iyice koptu. Ne oldu? Eylül sonu Moody’s Türkiye tahvillerini çöp etti. Ekim başı OHAL yeniden uzatıldı. Bundan sonra, “AB’den ayrılmak için referandum” fikri çok sık gündeme geldi. Sonra Trump, Kasım başında başkan seçildi. Şimdi Fed faiz artıracak diye bekliyoruz. Dış kaynaklı etki burada elbette önemli. Ama daha önemlisi galiba “Türkiye, ne zaman normalleşecek?” sorusuna mantıklı ve makul bir cevap verebilmek Ekim ayından itibaren daha da zorlaşmaya başladı. Yatırım yapmak, büyük harcama kararları vermek hep normal zamanlarda yapılabilecek işler. OHAL durdukça Türkiye, dışarıdan bakıldığında “her an her şeyin olabileceği bir ülke” gibi görünüyor. Ben, Türkiye’nin Ekim’den beri bu kez Türkler gözünde iyice imaj kaybetmeye başladığı kanaatindeyim doğrusu.

Yazara Ait Diğer Yazılar Tüm Yazılar