Merkez Bankası neyi bekliyor?

Tuğrul BELLİ
Tuğrul BELLİ GÜNDEM tugrulbelli@gmail.com

Geçen hafta “acaba hükümet özellikle TL’nin aşırı değer kaybetmesini mi istiyor?” temalı yarı-hicvi bir yazı yazmıştım. Ancak artık olay hiciv boyutlarını aşmış bulunuyor. Önceki akşam Japon yatırımcıların da Türkiye piyasasından çekilmesi ile birlikte döviz kurları anormal seviyelere tırmanmış durumda. Dün öğle saatleri itibarıyla TL’nin son 1 yıldaki sepet kura karşı kaybı yüzde 40 seviyesine ulaşmıştı.

Şimdi, denilebilir ki, “bu satış dalgası tüm gelişmekte olan piyasaları (GOP) etkiliyor, onun için en iyi strateji ‘bekle-gör’ stratejisidir.” Burada, 2 noktada şiddetli itirazım var: Birincisi, hangi tarihten alırsanız alın, TL’deki değer kaybı diğer para birimlerinin çok üzerinde. Hatta, bugünlerde bizatihi TL’deki değer kaybı diğer GOP para birimlerini de menfi olarak etkilemekte. (Genel olarak doların güçlenmesi ve dolar faizlerindeki artışla birlikte GOP pozisyonlarını azaltarak ABD piyasalarına hicret eden yatırımcılar bir GOP’taki değer kaybı çok yüksek olunca oradan çok büyük bir zararla çıkmak yerine, diğer bir GOP’taki pozisyonlarını azaltma yoluna gidebilirler.)

İkincisi ise Türkiye ekonomisi pek çok metrik bakımından zaten gelişmekte olan ülkeler arasında uzun zamandır en zayıf vaziyette olanlardan biri: Özel sektörün döviz borçluluğu ve pozisyon açığı, toplam döviz rezervlerinin düşüklüğü, cari açık oranı, ve tabii ki enflasyon. (Hal böyle iken, hükümet kanadının çıkıp da “AKP’yi zayıflatmak için birileri dolar üzerinde oyunlar oynuyor” şeklindeki tepkisi hiç de inandırıcı olmuyor doğrusu.) TL’deki bu kadar keskin değer kaybı, başta enflasyon olmak üzere tüm göstergeler üzerinde olumsuz etkiler yaratmakta. (Sadece, bu kayıp belki cari açığımızı 1-2 puan düşürebilir, ama ne pahasına?)

Belki bazıları için kurlar reel ekonomide bir karşılığı olmayan (bitcoin değeri gibi) bir istatistik. Ancak, gerçek maalesef pek öyle değil. Şirketler o günkü değerlerden mal almak ve satmak zorunda. Eğer döviz borçları varsa gelen faiz ve ana para ödemelerini o günkü kur üzerinden yapmak zorunda. Artan kurlar ise maliyetlerini rahatsız edici boyutlarda artırmakta. Merkez Bankası’nın bir çalışmasında 2016’nın 3. çeyreğinde özel sektör şirketlerinin yüzde 50 kadarının yüksek finansal stres altında bulunduğu tespiti yapılmış. MB’nin kendi ifadesiyle “kurdaki artış sonucunda faiz ve kur giderlerinin net kârı düşürerek işletme sermayesini baskılaması ve firma satışlarının ve piyasa değerinin oluşan belirsizlik ile düşmesi”nin finansal stresi artırdığı gözlemlenmiş. 2016’nın 3. çeyreğinde dolar kurunun 3.00 olduğunu, bugün ise (yüzde 62 artışla) 4.82 olduğunu hatırlatırım. Eğer bu çalışma bugünkü değerler ile güncellense kuşkusuz yüksek finansal risk altındaki şirketlerin oranı çok daha yüksek olacaktır. Bu durumun aynı zamanda bankacılık sektörü üzerinde yaratacağı risklere hiç değinmeden sadece “bankacılık reel sektörün aynasıdır” deyip geçelim.

Enflasyon cephesinde ise, eğer sene sonuna kadar kur bugünkü seviyelerde kalmaya devam ederse TÜFE’nin yüzde 13 civarında gerçekleşeceği görülüyor. Bunun üzerine 300 baz puana yaklaşmakta olan Türkiye riskini (CDS) de koyduğumuzda bugün eğer piyasalarda bir stabilite sağlanmak isteniyorsa politika faizinin yüzde 16 civarında olması gerektiği söylenebilir. Öte yandan, bazı çevreler şunu da anlamamakta ısrar ediyorlar: MB faizleri artırmasa dahi (belki de daha doğrusu “artır( a)madığı için”) piyasa faizleri artmaya devam ediyor. Gösterge tahvil faizi yüzde 17’lere, 10 yıllıklar ise yüzde 15’lere ulaşmış vaziyette.

Hal böyle iken, Merkez Bankası’nın neyi ve niçin beklediğini anlamak gerçekten imkansız. Özellikle geçen hafta yaptığı açıklamanın arkasını getirmemiş olması piyasanın olumsuz tepkisini daha da artıran bir faktör olmuş durumda.

Yazara Ait Diğer Yazılar Tüm Yazılar
Dar bir koridor! 10 Ekim 2019
IMF 4. Madde bildirisi 26 Eylül 2019