Niteliği dışlayan iş kültürü ile bu kadar

Adnan NAS
Adnan NAS ASLINA BAKARSANIZ adnan.nas@stfa.com

Hatırlıyorum da 25-30 yıl önce ABD ve Avrupa’ya seyahat ettiğimizde gündemin farklılığına hayret eder, başka bir dünyaya gelmiş gibi olurduk. Aradan geçen zamanda bu durum epey değişti. Gerçi hâlâ bizde halk şairlerinin atışmalarına benzeyen kısır iç politika tartışmalarının ve yönetici politik elitin gündemde işgal ettiği yer orantısız büyüklükte, ama küresel gelişmeler ve ekonomi de giderek genişleyen bir yer kazanmaya başladı. Tabii toplumun ilgi alanlarındaki çeşitlilik ve renk anlamında henüz oldukça gerideyiz; yakın bölgedeki gerginliklerle sınırlı bir dış politika duyarlığı dışında sadece iç siyaset ve futbol geniş kitlelerin ilgisini çekiyor. Sosyal hayatta, bilim ve sanatta gözlenen çoraklığın gerisinde orta sınıfın ve sivil toplumun yeterince gelişmemiş olmasının önemli payı var. Bu durum da sadece gelir ve refah düzeyi ile değil, eğitim sistemi ve kalitesi ile yakından ilgili görünüyor. 

Yetersiz eğitim ve vasat iş ortamı 
Aslında Türkiye’nin büyük avantajı sayılan genç nüfusu ve ailelerin çocuklarının eğitimi konusundaki inanılmaz fedakârlığı düşünüldüğünde bu tabloda daha hızlı bir değişim oluşması beklenirdi. Ancak eğitim programlarının içeriğinin hayatla ilgili beceriler kazandırmaya değil yüzeysel bilgi depolamasına ve bir üst düzey eğitim kademesine giriş sınavı performansına odaklanması, mesleki ve teknik önceliklere dayanmaması, eğitim yöntemlerinin de analiz ve muhakeme yeteneklerini değil nakilcilik ve ezberciliği geliştirmesi, sistemin ürettiği diplomalı insan kaynağının modern ve kentli toplumun ve sofistike iş süreçlerinin gerektirdiği nitelikleri kazanmasını engelledi. Dolayısıyla bu kuşaklar yönetim pozisyonuna geldiklerinde kamu yönetimini, şirketleri ve sivil toplumu bütünsel bir dönüşüme uğratacak dinamikleri oluşturamıyor, mevcut ve yetersiz değişim temposunu sürdürmekle kalıyorlar. 

İşin daha da kaygı uyandıran bir boyutu, gelişmiş ülkelerde seçkin kurumlarda eğitim gören gençlerimizden de yararlanamayışımız. Bunların çok büyük bir bölümü, Türkiye’de bilgi ve becerilerini kullanabilecekleri iş alanları ve kendilerini istihdam etmeye istekli gelişmiş kurumlar bulamadığından yurtdışında yaşamaya ve başka ülkelerin üretimlerine katkıda bulunmaya devam ediyor. Her şeye rağmen ülkeye dönenler ise genellikle sahip oldukları uzmanlık ve bilgi setinin dışında, eksik rekabet ve aksak piyasa düzeninin ortaya çıkardığı fırsatlara ve rantlara yöneliyor. Ben şahsen yıllar önce tesadüfen tanıştığım ve seçkin bir çokuluslu enerji şirketinde sivrilen parlak bir mühendisin yıllar sonra Türkiye’ye döndüğünde yapsatçı bir müteahhite dönüştüğünü görüp üzülmüştüm. Daha önce değindiğim çarpıcı bir örnek de ABD’nin en iyi iki üniversitesinde lisans ve lisansüstü eğitimini derece ile tamamlayan bir inşaat mühendisinin artık ülkeye dönüp en büyük ve yurtdışında iş yapan şirketlerimize iş için başvurduğunda kendileri için fazla nitelikli olduğunun söylenip reddedilmesinde uğradığı şaşkınlıktı. Kısaca ülkemizdeki egemen iş yapış paradigması, katma değere değil ranta yönelen ve yüksek değil ortalama nitelik ve yetenek gerektiren bir vasatlık kültürünü yansıtıyor. 

Düşük katma değerle kolay çıkış yok 
Refahı daha fazla yükseltmenin mevcut yapı ve paradigma içinde çok zor olacağı ve yeni bir büyüme modelinin oluşturulması gerektiği konusunda neredeyse kimsenin görünürde bir itirazı yok ama bunu gerçekleştirmek için zorunlu olan stratejik plan ve kararlılık var mı derseniz olumlu cevap vermek zor. Oysa zaman daralıyor. Üretilen katma değerin içinde yüksek teknoloji ürünlerinin payı Tayvan’da yüzde 45, İsrail’de yüzde 30 ve hatta Malezya’da yüzde 11 iken Türkiye’de yüzde 2.6 düzeyinde. Düşük teknoloji üretiminden kurtulmanın ve yurtiçi katma değeri yükseltmenin yolu, üretim yapısını ve iş yapış paradigmasını değiştirmekten geçiyor. Yoksa destek ve teşvik mekanizmalarının bu defa da tasarımın, markanın, Ar-Ge’nin ve yerli girdi kullanımının arkasına konulacağını kararlaştırmak, böylece 2023 hedefl erine ulaşılacağını söylemek strateji sayılmaz. Son zamanlarda heyecanla sarıldığımız serbest ticaret anlaşmalarının da kendi başına stratejik bir avantaj olmadığını, sadece yararlı değil zararlı etkilerinin de iyi hesaplanması gerektiğini, nihai sonucu her zaman ülkenin rekabetçilik düzeyinin belirleyeceğini, bunun da yaratılan katma değere ve verimliliğe bağlı olduğunu unutmamalıyız. 

Hele çıkışı reform külfetine katlamadan sadece jeostratejik pazarlıklarla ve izolasyon tehditleri ile yapabileceğimizi sanmak tam bir yanılgı olur. Görüyorsunuz, İngiltere bile AB seçiminde uğradığı hayal kırıklığına rağmen kendisine blok halinde karşı çıkan AB’ne rest çekmeyi değil, nerede hata yaptığını ve kendisini daha iyi bir konuma ulaştıracak stratejinin ne olabileceğini tartışıyor.

Yazara Ait Diğer Yazılar Tüm Yazılar
Seçim biter, kriz bitmez 02 Temmuz 2019
Yolun sonuna geliyoruz 11 Haziran 2019