Önce gerçekçilik ve içtenlik

Adnan NAS
Adnan NAS ASLINA BAKARSANIZ adnan.nas@stfa.com

Davranış bilimleri ve insan kaynakları yönetimi ile ilgili literatürde rastlamıştım, genel olarak "Doğulu" kategorisine giren ülkelerde (buna Japonya da dahil), insanların söyledikleri ile gerçekte demek istedikleri arasında ciddi farklar varmış ve bu göz ardı edilirse küresel geçerliği olduğu kabul edilen pek çok yöntem ve sistem, bu ülkelerdeki şirketlerde fiyasko ile sonuçlanıyormuş. Gerçekten bizde de gerek kamu, gerek özel kesim yönetimlerinin, hatta sivil toplum kuruluşlarının temsilcilerinin söylemleri ile eylemleri arasındaki uygunluğu benim gibi otuz kırk yıl boyunca gözlemişseniz, bu tespitin bizim için de cuk oturduğunu fark edeceksiniz. Bu nedenle dış politikadan eğitim sistemine, vergi düzeninden şirket yönetimine kadar pek çok alandaki düş kırıklıklarımızın objektif bir analizine ihtiyaç duymayışımız, geleceğe ilişkin tasavvurlarımızı da yuvarlak ve yüzeysel, test edilmeye elverişli olmayan bir şekilde tanımlayışımız şaşırtıcı değildir. Öyle ya, ne şirketlerde ne de kamuda kurumsal yönetimi hayata geçirmede bunca zorlanmamız, ya da 60 yılı aşkın uygulamaya rağmen vergide beyan usulünde bir arpa boyu yol alamamamız başka türlü nasıl açıklanabilir?

Savurganlık ve refleks politikalar

Son iki yazımızda ısrarla dikkat çektiğimiz ekonomi yönetimi ile ilgili açmazlarımızın da bu davranış eğilimi ile ilgili yönleri var. Öncelikle ilginç olan, birkaç yıldır temel yapısal sorunları bir yana bırakıp konjonktür yönetimine odaklanmış ve bu çerçevede portföy yatırımlarına yönelik dış kaynak girişini (yani popüler deyimle sıcak parayı) temel faktör olarak kabullenmişken (sahi söylemde pek de karşı olduğumuz halde), bu tür yatırımı ürkütecek koşullardan kaçınmaya hiç özen göstermiyoruz. Temel dinamiklere dokunmamak gibi bir tercihiniz olunca, konjonktür yönetiminde geldiğiniz yer de günü kurtarmaktan öteye gitmiyor. İşte yüksek cari açığa bir de yükselen enflasyon eşlik etmeye başladı, büyümeyi yüzde  4'te bile tutmakta zorlanmaktayız, zaten küresel ölçülere göre yüksek sayılmayan rezervlerimizden de ufak ufak yiyoruz. Üstelik ne uğruna? İthalat çekişli bir tüketimi ve üretkenliği düşük bir inşaat savurganlığını sürdürme uğruna. Gelişmiş batıdaki finans krizinin yarattığı düşük faiz ve ucuz para şansını fırsat olarak değerlendireceğimize kendi performansımızın bir göstergesi olarak algılayınca konjonktür değerlendirmelerinde de en kırılgan beş yükselen ülke içinde buluverdik kendimizi, hatta çoğunluğa göre birincisi olduk.

Gerçekten de cari açık ve kur sorunu yönünden bizimle benzer durumda olan diğer dört ülkeye (Brezilya, Hindistan, Endonezya ve G.Afrika) bakınca, Türkiye’nin içinde bulunduğu bölge ve yüz yüze olduğu jeopolitik riskler, ayrıca iç sosyal ve etnik gerginlikler dikkate alındığında daha hassas bir konumda olduğu açık. Oysa önümüzdeki çok değerli bir yılı aşkın süre boyunca bırakın ayrıntılı bir eylem planı hazırlamayı, bunu tartışmaya bile yer bırakmayacak siyasi bir konjonktür içindeyiz.

Hükümetin zaman zaman ortaya çıkan isabetli kararları da bütünsel bir stratejinin değil, durumsal risklerden kaçınma reflekslerinin ürünü olduğu için düzeltici etkiler yapması güç. Geçenlerde yazdığımız gibi işletmelerin performans ve verimliliklerini düzeltmeden politika tedbirlerinin sonuç vermeyeceği anlaşılmış olmalı ki şirketlerin direncini arttıracak bazı olumlu adımlar, sözgelişi ihracatçılara KDV iadelerinin kolaylaştırılması ve KDV dışındaki vergilerde tecil uygulamasının iki yıldan üç yıla çıkarılması ya da bankaların kaynak ve kredi maliyetlerinin azaltılması yoluna gidiliyor. Ne var ki şirketlerin takatları, ölçekleri ve verimlilikleri arttırılmadıkça bu gibi inisiyatifler pansuman tedavisi olmakla kalmaya mahkum.

Batılı ya da Ortadoğulu olmak

Hem kısa vadeli konjonktür dengeleri ve kaynak girişi, hem de uzun vadeli doğrudan yatırım cazibesi açısından kritik önem taşıyan ülke imajı ile ilgili olumsuz gelişmelere geçen hafta değinmiştim. Bunun bir de son yıllarda vizyon açısından hiç de yanlış olmayan bir yaklaşımla yaptığımız Ortadoğu açılımını ilgilendiren tarafı var. Gerek hükümetin Arap ve İslam dünyasının duyarlıklarını önemseyen politikaları, gerekse arapların Türkiye'ye turistik ilgisi ve yerli dizilere tutkunlukları ile bölgede yükselen Türkiye imajı ,TESEV'in araştırmalarına göre geçen yıla kadar birinci olan konumundan bu yıl dördüncülüğe kadar gerilemiş. Doğrusu hiç şaşırmadım. Çünkü geçmiş deneyimlerim ve gözlemlerim, Türkiye’nin gerek Ortadoğu, gerekse Avrasya'daki popülaritesinin tümüyle genel olarak Batı dünyası ve özel olarak AB ile yakınlığına ve hatta entegrasyonuna, bunun sonucunda da gelişen ekonomik ve sosyal hayatına bağlı bulunduğunu gösteriyor. Bölgenin bazen kördüğüme dönüşen karmaşık ilişkilerinin labirentlerine bulaşmak yerine, onların rol modeli haline gelmek amaçlanırsa bunun ekonomimize de, siyasal gücümüze de de etkisi çok daha olumlu olacak.

Bu açıdan uzun zamandır tavsamış görünen AB ilişkilerini de yeni bir çerçeveye oturtmanın da ihmal edilmemesi çok önemli. Bir yandan AB ile mevcut Gümrük Birliği'ndeki sorunlar, diğer yandan ABD ile AB arasındaki transatlantik yatırım anlaşması görüşmelerinin dışında kalmanın riskleri, Dünya Bankası'nın Gümrük Birliği ile ilgili son değerlendirme raporunda da belirtildiği gibi, ancak hem Birlik'in kapsamını genişletmeyi, hem de AB'nin yaptığı serbest ticaret anlaşması görüşmelerine Türkiye'yi de bir şekilde dahil etmesini öngörecek taze ve vizyoner bir bakışla aşılabilir. Yoksa çoğu zaman yaptığımız gibi Ortadoğulu'lara Batılı, Batılılara da Ortadoğulu gibi davranarak bir yere varamayız.
Tıpkı borç para bulup ülkeyi AVM ve gökdelen üssü haline getirmekle bir yere varamayacağımız gibi...

Yazara Ait Diğer Yazılar Tüm Yazılar
Seçim biter, kriz bitmez 02 Temmuz 2019
Yolun sonuna geliyoruz 11 Haziran 2019