Piyasa sistemi, vergi ve ötesi

Adnan NAS
Adnan NAS ASLINA BAKARSANIZ adnan.nas@stfa.com

ASLINA BAKARSANIZ / Adnan NAS

Vikingler dizisini bilmem izliyor musunuz? Televizyon kanallarının birinde uzunca bir süredir yayınlanıyor, bolca tekrarı da var. Şahsen benim tutkunu olduğum dizilerden biri. Neden mi ilginç geliyor, çünkü günümüzde hem ekonomik refah, hem de demokrasi ve özgürlükler yönünden dünyanın zirvesindeki başarı örnekleri olarak kabul edilen Baltık ülkeleri halklarının yani İskandinavların tarihin en barbar kavimlerinden biri olan atalarının serüvenini anlatıyor. En çarpıcı yanı da cesur ve acımasız liderlerinin bir yandan içerdeki rakipleriyle kıran kırana bir savaş verirken, bir yandan da çok daha geniş bir vizyonla zengin ve uygar Batı'ya, özellikle İngiltere'ye gözünü dikmesi ve iç düşmanlarını da ortak hedefe yönelik bir uzlaşmaya ikna etmesi. Üstelik batıya sefer düzenlemekteki tek amacı ganimet toplamak değil, onları zengin ve uygar yapan sırları öğrenmeye çalışıyor. Bu açıdan bizim atalarımız olan Osmanlıların serüveni ile benzerliği dikkat çekici. Hatta tarihin daha sonraki diliminde yer alan Osmanlıların hiçbir zaman bu kadar gaddar ve acımasız olmadıklarını hatırlayarak teselli bulmanızı da sağlıyor. Ama bugünün İskandinavları ile Türklerinin bu türden tarihi dizilere tepkileri oldukça farklı. Görsellik gereği yapılan abartmalara rağmen hiçbir İsveçli ya da Danimarkalı arkadaşımın bu diziden rahatsız olduğunu gözlemedim. Oysa bizde çok daha temkinli ve kollayıcı bir kurguya rağmen Muhteşem Yüzyıl gibi bir dizi bile tepki toplayabiliyor ve atalarımızı kötü göstermekle suçlanabiliyor. Bu farkın üzerinde düşününce bir nedenin atalarımızın artık hiç olamayacağımız kadar güçlü olmasından dolayı onlara zerre kadar toz kondurmak istemeyişimiz, can sıkıcı olabilecek bir başka nedenin ise bugünkü kuşaklarımızdaki özgüven eksikliği olmasının muhtemel olduğunu düşünüyorum.
Özeleştiriyi ve uzun vadeyi boşlayınca
Oysa yukarıdaki örneğinde işaret ettiği gibi özeleştiri ve geçmiş deneyimlerden ders alma, ilerlemenin önkoşullarından biri. Bizim bu yönden iyi olmadığımız gerek siyasal ve sosyal, gerekse ekonomik alandaki müzmin ve tekrarlayan sorunlarımızdan belli. Ne başarısızlıklarımızın, ne de başarılarımızın nesnel analizini yapmaktan pek hoşlanmadığımız, başarısızlıklarımızı kontrolümüz dışındaki güç ve faktörlere, başarılarımızı ise bütün sorunlarımızı aştığımıza yormayı sevdiğimiz için sık sık aynı tatsız gelişmelerle karşı karşıya kalıyoruz.
Politika ve kararlarımızı oluştururken uzun vadeli bir stratejik program ve doğrultu çerçevesinde hareket edemeyişimiz de bundan olmalı. Aslında birey, firma ve makro ekonomi düzeyinde uzun vadeyi hiçbir zaman parametre aldığımız bir dönem hatırlamıyorum, belki de ne toplumun, ne de özel kesimin bu yönde bir baskısı olmadığını belirtmek doğru olur. Oysa biteviye yakındığımız kalıcı yatırım, ihracat ve tüketim çizgisinin ve istikrarlı büyüme performansının yakalanamaması da büyük ölçüde uzun vadeli değişkenlerin kontrol edilememesinden kaynaklanıyor. Tıpkı Türkiye'nin risk puanının bir türlü düşürülememesinin arkasında da ülke ekonomisinin uzun vadeli geleceğinin öngörülemeyişinin yatıyor olması gibi...
Piyasa ekonomisi ve vergi listeleri
Gün geçtikçe daha fazla ortaya çıkan bir başka gerçek de çağdaş bir piyasa ekonomisi olma yolunda alacağımız mesafenin hâlâ oldukça uzun olması. Kimsenin ülkedeki hukuk düzenine güven duymadığı, mafya tipi örgütlenmelerin eskisi kadar olmasa bile hâlâ yaygın olmasından, hatta en fazla tutulan televizyon dizilerinin o niteliktekiler olmasından belli değil mi? Öte yandan, piyasa ekonomilerinde kazanç ancak onu meşru kılacak kurumların yerleşik ve güven verici olmasıyla korunmaya değer görülürken, bizde hâlâ piyasa mekanizmaları dışında, kayırma ve rant avcılığı ile elde edilen kazançların orantısız ölçülere varabilmesi, kaynağı ne olursa olsun bankadan geçirilen her türlü paranın normal kabul edilebilmesi piyasa ekonomisinin temel unsurları olan saydamlık ve hukuk üstünlüğü için daha yapacağımız çok şey olduğunu gösteriyor.
Baksanıza vergi rekortmeni listelerimiz de bir alem. Normal bir piyasa ekonomisinde övünç ve gurur konusu olması gereken yüksek vergi ödenmesi, hatırı sayılır sayıda kişi tarafından bir günah gibi saklanmaya çalışılıyor. Kendilerince haklı sebepleri ne olursa olsun, tek başına bu olgu bile eksik bir piyasa ekonomisinin kanıtı olsa gerek. Çünkü o kaygıların varlığı, normalden farklılığın olduğuna işaret. Ancak herkes türlü türlü yorumluyor ama gerek Gelir Vergisinde gerekse Kurumlar Vergisindeki listelerin bendeki ilk çağrışımı, çeşitli vesilelerle değindiğim bir gerçeği, yani normal ticari ve sınai faaliyetlerde düşük kârlılık ve verimlilik olduğunu, vergi tabanının zayıflığını ve rantların vergi dışı kaldığını vurgulaması. Uzun yıllar boyunca elde ettiği mütevazi kazancıyla bile ilk yüze olmasa bile ikinci ve üçüncü yüze girdiğini biraz da şaşkınlıkla izlemiş ve bırakın ülkede, kendi sokağında bile çok daha yüksek refah düzeyinde olanlardan neden daha yüksek vergi ödediğini meslekten maliyeci olmasına rağmen pek çözememiş biri olarak bu listelerin iş hayatı hakkında fazla fikir verdiğini düşünmüyorum. Özellikle Gelir Vergisinin yüzde 93'ünün stopajla alındığını, bunun da yüzde 67'sinin ücretlerden kesildiğini, beyan yoluyla toplam 3,5 milyon kişiden tahsil edilen verginin toplam vergi hasılatının ancak yüzde 1,5’u olduğunu ve mükellef başına düşen ortalama Gelir Vergisinin 4 bin 500 lira gibi komik bir düzeyde olduğunu görünce bu tablonun Türkiye'nin kayıtlı ve bu nedenle ciddi özel kesiminin hala oldukça güçsüz ve küresel rekabete yeterli ölçekten uzak olduğuna işaret ettiği kanısındayım.
İş hayatında kutuplaşma anlamsız
Dolayısıyla gelişmiş piyasa ekonomilerinin şablonları ile politika belirlemenin yetmeyeceğini ve öncelikle kurumsal / yapısal özelliklerimizi onlara benzetmemiz gerektiğini unutmamalıyız. Oysa biz buna odaklanacağımıza hâlâ kendimize özgü tuhaflıklar yaratmakla meşgulüz. Mesela son yıllarda toplumu bir kanser gibi kemirmeye başlayan kutuplaşmayı, gereksiz yere iş hayatına da yansıtmaya çalışıyoruz. Gerek kamu ihalelerine katılımda, gerekse vergi denetimlerinde objektif ölçülerden sapıldığı, bazılarının özellikle kayırıldığı ya da hedef alındığı yolundaki izlenimler yaygınlaşıyor. 30-40 yıl önce de yakınılan böyle tutumların zaman içinde azalması beklenirken artma ve daha kötüsü sistemik hale gelme eğilimi göstermesi doğru yolda olmadığımızın bir başka göstergesi.
Bütün bunları göz önüne alınca Türkiye'nin şimdilerde herkesin yoğunlaştığı siyasi rejim değişikliği dışında ve belki de ondan çok kapsamlı bir ekonomik sistem değişikliğine ihtiyacı olduğu açık. Bu da gerçek bir piyasa ekonomisi olmayı, eğitim niteliğini ve entelektüel kapasiteyi, teknoloji düzeyini artırmayı sağlayacak bir felsefeyi ve stratejik bakışı yerleştirmeye bağlı.
 

Yazara Ait Diğer Yazılar Tüm Yazılar
Seçim biter, kriz bitmez 02 Temmuz 2019
Yolun sonuna geliyoruz 11 Haziran 2019