Sorumluluk sendromu ve idare-i maslahat

Adnan NAS
Adnan NAS ASLINA BAKARSANIZ adnan.nas@stfa.com

İdare-i maslahat, gerek kamu gerekse özel kesimde geçen uzun çalışma hayatım boyunca karşılaştığım sorunlarda durumu özetleyen, bu nedenle en sık kullanılan sözlerden biri olmuştur. Eski Türkçe'den geldiğine göre Osmanlı döneminden beri hayatımızda olan bir tanımlama. Anlamı da “köklü çözümlerden kaçınıp günü ve görüntüyü kurtarmak.” Bir tür sorunları erteleme politikası yani. Yakın geçmişe baktığımızda Özal döneminin ilk dört yılı ile 2001 krizinden sonra koalisyon kararları ile başlayıp Ak Parti hükümetinin ilk beş yılında yani 2007'ye kadar devam eden dönem dışında ülke genellikle bu sözlerle nitelendirilebilecek şekilde yönetildi. Bu istisnai gerçek reform dönemlerindeki kısır döngüyü kırma çabalarımızı da hep yarım bıraktık. Bu irade zaafının tesadüfi olmadığını, mutlaka derinlerde bir nedenleri olduğunu hep düşünmüşümdür, ama tam anlamıyla cevabını bulduğumu söyleyemem.

Sorun özgüven eksikliği mi?

Kuşkusuz vaktiyle sanayi devrimini ıskalamış, daha sonra küreselleşmeye uyum sağlamakta geç kalmış, şimdi de bilgi çağını yakalamakta bocalayan bir toplum olmamızın bununla doğrudan ilgisi var. Başka bir açıdan olgun ve gelişmiş bir iş alemi, yani burjuvazi oluşturamamızın veya insan kaynağını geliştirmeyi, eğitimi hiçbir zaman yeterince önemsemeyişimizin de etkisi yadsınamaz. Hatta bütün bu faktörlerin sonucu olarak aksak bir piyasa ekonomisi ve eksik bir demokrasi olmamızı da sayabilirsiniz.

Ama benim merak ettiğim, belki bütün bunların da izahı olabilecek daha kapsayıcı ama daha basit bir cevaptı. Gerçi Türkiye'ye birkaç kez gelip giden, hakkımızda sıradan bir turistin epeyce ötesinde fikir sahibi, ayrıca ülkemize sempatisi olan batılı dostlardan birkaç kez duyduğum bir teşhis bu bakımdan oldukça ilgi çekiciydi. Bizim toplumda büyük bir potansiyel ve canlılık, ama aynı zamanda müzmin bir özgüven sorunu olduğunu söylüyorlardı. Bunu hep kestirmeci bir bakış diye nitelendirip üzerinde durmamayı seçtim. Fakat bir yandan Batıya efelenmelerin ve posta koymaların insanlarımız arasında büyük prim yapması, hem de spor karşılaşmalarında ve onun kadar olmasa bile sanat yarışmalarında arada bir kazandığımız başarıların abartılı coşku yaratması da boşuna olmamalıydı. Beni en fazla etkileyen ve bu teşhisin doğru olabileceğine inandıransa, tanıdığım pek çok ünlü siyaset, fikir ve bilim adamının köklü bir dönüşüm iradesi ya da kararlı bir strateji gereken durumlarda açıkça ya da zımnen “böyle şeylerin bize göre olmadığı, bunları beceremeyeceğimiz” yolunda kanaat belirtmeleri oldu. Toplumun nitelikli elitinin ve kanaat önderlerinin böyle bir özgüven eksikliği duyması, başarı hikayesi ve atılım ihtiyacındaki bir toplum için ciddi bir handikap.

Taşeronluğun Türkçesi 

Bizim bir de evrensel yaygınlıktaki kurumları kendimize uydururken sulandırma alışkanlığımız var. Soma dolayısıyla yeniden keşfedilip mercek altına alınan taşeronluk da salt bize özgü bir kurum değil tabii ki; İngilizce karşılığıyla outsourcing ya da subcontracting diye ifade ediliyor. Ama bu tanımla kastedilen, şirketlerin ana işleri dışındaki ve uzmanı olmadıkları fonksiyonları o konuda uzman başka şirketlere yaptırmaları. Doğal olarak da bu başka şirketlerin ölçek ekonomisi ya da üretim bilgisi / teknolojisi dolayısıyla kalite ve maliyet avantajı yaratması beklenir. Kuşkusuz bizde de taşeronluğu bu şekilde uygulayan ciddi şirketler var; ayrıca uluslararası rekabete açık büyük projeler de kriterlere uymak durumunda. Ancak bunlar azınlıkta; bizdeki uygulama genellikle uzmanlık aramadan sorumluluğu üstünden atmak şeklinde uygulanıyor.

Çeşitli alanlarda yaygın olarak rastladığımız bu sorumluluk sendromu, yine müzmin zaaflarımızdan olan hesap verilebilirlik ve saydamlık korkusu ile de çakışıyor. Kamu ve özel kesimde kurumsal yönetimi bir türlü yerleştiremeyişimizin önemli bir nedeni de bu. Daha genel resimdeki bazı sıkıntılarımızın, sözgelişi ödeyenin belli olacağı dolayısıyla hesap sorabilecek konuma geleceği dolaysız vergilerin değil dolaylı vergilerin büyük ağırlık taşımasının ya da siyasette veya sporda sürekli günah keçilerinin aranıp gerçek sorumluların gizlenmesinin de bu ortam ile görünmeyen bağları var.

Düşük verimlilik çıkmazı

Aslında bu taşeron kavramı genelde Türk ekonomisini de çağrıştırıyor. Bütün gelişmelere rağmen kırk yıl öncesinin montaj sanayii yaftasının gerisindeki küresel üretim güçleriyle taşeron ilişkisi hâlâ ağırlığını koruyor ve genellikle bize değer zincirinin katma değeri düşük bölümleri kalıyor. Bu da daha geniş çerçevede temel yapısal zaaflarımızdan biri olan düşük verimlilik sorununa giden yolu açıklıyor. Bana kalırsa yukarıda değindiğimiz idare-i maslahat tercihi ve sorumluluk sendromunun gerisinde böyle bir genel sorunun da izleri var. Çünkü verimliliğin sınırlarına çabuk gelinecek olması, işletmelerin kârlılığını, hatta varlıklarının devamını başka giderlerden tasarruf etmeye, sözgelimi vergiden ya da iş güvenliği, hizmet içi eğitim, sağlık ve hayat sigortası gibi giderlerden kaçınmaya bağlı kılar.

Bütün küresel güç kayması efsanelerine karşın hala dünya üretiminin yüzde 50'den fazlasını, ihracatının da yüzde 60'tan fazlasını dünya nüfusunun yüzde 15'ini oluşturan gelişmiş ülkeler grubunun yaptığını unutmamamız, sadece dayanıklılığımızın artmasını nihai zafer sayıp kendimizi kandırmamamız lazım. Üstelik dış konjonktürün uygunluğu ya da  AB gibi dış çıpaların destekleyebileceği, sadece mevcut yapı içinde dengelerin sağlanması. Yapıyı ve alışkanlıklarımızı dönüştürmek, yarıda bırakılmayacak ve yüzeysel kalmayacak bir reform devamlılığı ve içsel irade sağlamlığı gerektiriyor.

 

 

Yazara Ait Diğer Yazılar Tüm Yazılar
Seçim biter, kriz bitmez 02 Temmuz 2019
Yolun sonuna geliyoruz 11 Haziran 2019