Aydın Boysan'la muhabbet girdabında

88 yaşındaki yaşam bilgesi, "Tek teselli, sanata yakın olmak" diyor

YAYINLAMA
GÜNCELLEME

 

Gazete yazılarına 61 yaşında başladı. İlk kitabı çıktığında 63'ündeydi. Şimdi 30'un üzerinde basılmış eseri var. Yabancı dili 35'inden sonra öğrendi, televizyon programlarına 60 yaşından sonra başladı. Önemli mimarlık yapıtlarını 45-80 yaşları arasında verdi. Bu sene 88. yaşını kutlayacağız. O, yeni yaşının baharında gelecek yıllarda neler yapacağını planlıyor. Cebinden asla eksik etmediği bir çizelgede tutuyor yoğun haftalık programlarını. Bizim randevumuz da orada yazılı. Melih Cevdet Anday Sahnesi'nde (Akatlar Kültür Merkezi) Beşiktaş Belediyesi için 26 Ocak'ta gerçekleştireceğim Ustalara Saygı-Işık Tutanlar etkinliğinin ustası kendisi. Bu konuda görüşeceğiz ve doğal olarak laf lafı açacak ve bu "Haftanın Konuğu" da olacak Aydın Boysan... Yağmurun çiselemesine ve soğuğa aldırmadan Etiler sırtlarındaki binanın bitkilerle bir bahçeye dönüşmüş balkonuna çıkacak, orada Boğaz'ın muhteşem görüntüsüne bakarak üşüyene kadar -çok kısa bir süre için de olsa- laflayacağız. Fotoğraflarını çekeceğim. Makineyi boynuma asar asmaz da teybi açmamız gerekecek, çünkü şişedibi gözlüklerin ardındaki zeki, muzip gözler, muhabbet erbabının laflarını kaydetmenin zamanı geldiğini muştulayacak:

"İlk fotoğraf makinem bana sünnet düğünümde hediye edilmişti ve ben, o makineyle fotoğraf çekmeye başladım. Film sarılmıyor, içine eczalı bir levha sokuluyordu. Çekildikten sonra çıkarılıyor başka film takılıyordu. Ve ben, altı dokuzluk o siyah-beyaz fotoğrafları Samatya'da beş kuruşa satmaya başladım. O beş kuruşun yarısını da kâr ediyordum. Vahşi bir hırs peydahlanmıştı kâr konusunda o zamanlar bende, sonra faydasını görmedim (!) ama neyse...

Sonra mimarlık yıllarında zorunlu olarak fotoğraflar çektik kutu makinelerle. Daha sonra çok ileriki yıllarda, altmış yaşımdan sonra gazete yazıları yazmaya başladığımda dünya gezilerine de çıktım. Çetin Emeç o yıllar Hürriyet'teydi, orada yazıyordum -bugünkü Hürriyet binasının  mimarı da benim. Emeç 'gezi yazıları da yazsana' deyince 'peki' dedim, 'ama fotoğraf da çekeceksin' diye şart koşunca 'çekemem, sıkıntı veriyor bana fotoğraf çekmek' diye itiraz ettim. 'Katiyen olmaz, fotoğrafsız gezi yazısı olur mu? Bir arkadaş sana kolay bir makineyi anlatsın. Sen de gittiğin yerde iner inmez o makineyi al' dedi. Canon AF 35 ML. O makineyi  San Francisco'ya iner inmez iki yüz dolara aldım. Filmini taktık ve çekmeye başladım. Ondan sonra yirmi dünya gezisi yaptım, hepsinin de fotoğraflarını kendim çektim. Bin beş yüz dolara kadar makineler satın aldım sonra, ama şimdi hepsi kızakta, hiçbiri bir işe yaramıyor..."

Ama yukarıda da belirttiğim gibi üretmeye ara vermeksizin devam ediyor Aydın Boysan. Birkaç yıl evvel yayınlanan "Hayat Tatlı Bir Zehir" isimli nehir söyleşi kitabı (Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları) "Semtler" bölümüyle başlıyor, çünkü onun feyz aldığı yerler, okullardan çok bu semtler:

"Nejat Eczacıbaşı yeni tanıştığımızda 'üstat, siz Fransız terbiyesi mi İngiliz terbiyesi mi aldınız?' diye sormuştu. Feyz aldığım yerleri sayayım dedim:

Bendeniz Davutpaşa Çöp İskelesi, Davutpaşa Ispanak Viranesi, Samatya Narlıkapı Çıkmazı ve Yeşilköy Bamya Tarlası'ndan feyz aldım, dedim. Kahkahayı bastı tabii. Gerçekten de feyz aldığım yerler bunlardır, ben o mahallelerimle gurur duyarım. Neden? Biz Narlıkapı'da tiyatroyu yaşatan bir semttik (şimdi koca İstanbul tiyatro yaşatamaz oldu) ve bizim tiyatromuza Şehir Tiyatrosu gelirdi Pazar günleri öğleden sonra. Şöyleydi böyleydi, ama yazlık tiyatroydu; sahnenin üstü kapalı, seyircilerin üstü açıktı. Bir gün 'Aynaroz Kadısı' oynanıyordu. Hazım Körmükçü kadı rolündeydi, papazın kızı rolünde de Bedia Muvahhit Hanım vardı. Bedia Muvahhit bir dünya güzeliydi ve hanımlığı da kendisine olağanüstü güzel yakıştıran müstesna bir eda sahibi idi. 'Aynaroz Kadısı' oyununu çok çok güzel oynadılar. O kadar güzel oynadılar ki Bedia Muvahhit Hanım yüreğime girdi güzelliği ve şuhluğu ile. Aradan elli seneyi aşkın zaman geçti bir dost evinde biz Bedia Muvahhit Hanım ile yuvarlak bir masada, bir akşam sofrasında yan yana oturduk. Kendisine hayranlığımı o derece coşkun anlattım ki sıkıldı, 'Yeter artık, yeter artık, benden öyle geçen yüzyıldan bahseder gibi bahsetme' dedi.

Bizim Narlıkapı Tiyatrosu'nda Ermeni tiyatroları Shakespeare oynuyorlardı. Kumkapı, Samatya Ermenilerin çok yaşadığı yerlerdi. Bir gün bir Ermeni Tiyatrosu Shakespeare oynadı, o onu öldürdü, bu bunu öldürdü, kızla oğlan kaldı, ama oyun bitmesi gerekirken bitemedi. Neden bitemedi? Çünkü lüks lambası söndü. Elektrik yoktu. Shakespeare oynuyorlardı, ama elektriksiz, lüks lambası ile aydınlatılan tiyatroda. Karanlıkta oyun bitemeyince çare aradı rejisör, bir mum yaktı sahneye çıktı sahnede ölenlerden birine 'Kalk lan şu lüksü yak' dedi. Ölü dirildi, lüksü yaktı, yerine astı, yine öldü. Bundan güzel sahne mi olur. Bizim Samatya'mız müstesna bir yerdi. Hilal Fanfarı ve Samatya Toni Fanfarı adlarında iki nefesli sazlar orkestrası vardı."

Cumhuriyetin ilk yıllarından, o mutlu vatandaşlık yıllarından bu yana biriktirdiklerini, eteğindeki taşları çok ileri yaşlarda ortaya dökebiliyor Aydın Boysan. Çünkü:

"Gayet basit; mimarlıkla çok uğraştım ben. Hürriyet binası, Çayırova Arçelik, İpek Kâğıt… Yüzü aşkın ciddi yapı vardır. 'Ustalara Saygı'nın çalışmalarını için size vereceğim mimari yapıtlarımdan örneklerin yer aldığı kara kitapta hepsinin isimleri yazılı, fotoğrafları da var. Çok uğraştım mimarlıkla... Mimarlar Odası'ın kuruluşu 1954'tür. İlk yönetim kurulu üyesi ve ilk genel sekreteriyim. İstanbul Şubesi Başkanı da oldum 1961-1962 yıllarında. Ayrıca on beş sene kadar mimarlık öğretiminde görev aldım İstanbul Teknik Üniversitesi'nde. Hâlâ beni arayan öğrencilerim var eski senelerden. Bütün bu işler zamanımı aldı, ama kitap okuma huyumu bırakmadım ömür boyu. Seksen sekiz yaşıma geldim hâlâ devam ederim okumaya. Ve bu yaşamımın en muhteşem zevklerinden biridir. Sükûnet içinde kitap okumak... Hele sessiz bir yerde, geceleri örneğin. Geceleri yaşama zevkine eklenen bir iş de kitap yazmak oldu."

Aydın Boysan'la muhabbet girdabına kapılınca konudan konuya atlıyoruz. Halbuki ben, onun mimarlık yönüne daha fazla değinmek istiyorum, bugün mimarlık yapmıyor, bir-iki danışmalığı var sürdürdüğü. Yıllar öncesine dönecek olursak mimarlığı seçişinin bile hoş bir hikâyesi var:

"Elli beş sene sürdü. Bu elli beş senede yüz tane önemli yapı yaptım en azından. Büyük emek verdiğim bir iştir. 1940 yılında meslek seçmek durumundaydım, lise bitti, üniversiteye başlayacağım. İki olasılık vardı gönlümde biri tıp okumak diğeri de mimarlık. 1940 senesinde  mahalle muhtarından  ikametgâh, liseden de bitirdi diye bir kâğıt aldım. Gittim İstanbul Üniversitesi Tıp Fakültesi'ne kaydoldum. On dakika sürdü. On dakika içinde 5033 numaralı tıp talebesi oldum. O zaman Kasım'da açılıyordu üniversiteler.

Mimarlık öğreten tek okul, şimdiki Mimar Sinan Güzel Sanatlar Üniversitesi, o zamanki Güzel Sanatlar Akademisi idi. Onun giriş sınavı vardı. Girdim, kazandım. 15 Ekim'de başlıyordu dersler. Denemek için gittim, sever miyim sevmez miyim diye. Bir başladım, bırakamadım. İyi de etmişim. Doktor olmayıp da mimar olduğuma ömrümde pişman olmadım. Neden olmadığımı da söyleyeyim; çünkü mimarlıkta insan kafasında bir şeyler oluşturup çizerek projeler yapıyor, bunun bana çok faydası oldu. Yazıya çok geç geçtiğim halde kafamda bir şeyleri oluşturup bu sefer yazmaya başladım, daha önceki mimarlık dönemimin büyük yararı oldu bu geçişte bana."

Aydın Boysan usta bir mimar, dokudaki acımasız değişimin tanığı:

"İstanbul'da eski sur içi bölgesinde, yani tarihi İstanbul'da yüksek bina yapmak aşağılık bir iştir. Çünkü o anıtların nisbetini bozar. Camilerin, minarelerin, eski kiliselerin ölçülerini bozar. Hatta eski şehri kalabalıklaştırmamak şart idi. Orada apartman ruhsatı vermek bile saçmaydı, budalaca bir işti, ama yapıldı. Yapıldı ve eski İstanbul'un da nüfusu artırıldı. Artırılmaması şart idi. Orada geniş bulvarlar açılması cinai bir haldi. Şehir, sur dışında gelişmeliydi yurtdışındaki örneklerde olduğu gibi.

Gökdelenler yapılıyor; ben gökdelene yakın düşüncede değilim. On kat, on beş kat yapılarla şehirlerin yoğunluğu zaten artacaktı, gökdelenler gerekmezdi. Buna rağmen yapılagelmekteler. Gökdelen mahalleleri Levent, Zincirlikuyu ve ötesinde yükseldiler. İstanbul sur içinde belediye binasının Saraçhanebaşı'nda yapılması bir ihanetti, alçakça bir işti. Bozdoğan Kemeri'ne dokundu, önündeki Mimar Sinan'ın Şehzade Camii'ni perişan etti."

Olan olmuş. Zararın neresinden dönülse kârdır. Peki bugün için çözüm?

"Yapı iznini yasak ederdim. Eskilerini yıkmak zor. Hukuki bir alay mesele çıkacağı gibi sosyal meseleler de çıkar. Eskiyi yıkmakla elde edilecek sonuç, eskiye tahammül etmek zorunluluğunu yaratacak kadar acıtıcı olabilir. O nedenle yıkamam, ama yeni de hiçbir şey yaptırmam."

Hiçbir iş için, hiçbir zaman ve yaşta geç kalınmayacağını düşünüyor ve bunu ürettikleriyle durmaksızın kanıtlıyor Aydın Boysan. "Akla ne konabiliyorsa hemen başlamak gerek" diyor. Peki, bugünlerde neler yapıyor?

"Meşguliyet bol. Konuşmalara çağırıyorlar, sağa sola gidiyorum. Konuşmaları hazırlıyorum, kitaplar yazıyorum. Çiçek bakıyorum. Eskiden daha çok ilgilenirdim. Arkada bir de bahçem var benim. Gariptir bu apartman. Üst yol ile alt yol arasında yirmi bir metre kot farkı var. Benim altımda bir ikâmetgâh ve garajlar katı vardır. Kademe kademedir. Arkada bir de bahçe bana düşüyor. Çok berbat bir zemini vardı. Taşlarını ayıkladım. Setler yaptım yatay hale getirdim yokuş bahçeyi, yağan yağmur içinde kalıyor. Ağaçlar diktim. Otuz sene önce diktiğim ağaçlar bugün büyüdüler. O ağaçlar arasında boyu şimdi yirmi metreye yaklaşan bir selvi var ki açık mavi gökyüzü rengindedir. Dünyanın en güzel renklerinden biridir o selvi. Başka ağaçlar da diktim, koru oldu orası şimdi. Benim çalışma odam oraya bakar, arada bir  projektörlerini yakarım, bahçe yeşillenir, ışıklar içinde kalır, güzelleşir. Seve seve ben de onları... Sonra ışığı kapatır, devam ederim okumaya, yazmaya, müzik dinlemeye..."

Neler dinliyor Aydın Boysan?

"Klasik dünya müziği. Bizim zamanımızda bu müzik pek yaygın değildi, biz alaturka ile yetiştik. Mahallemizde de alaturkayı komşularla birlikte söylerdik. Alaturkacı bestecilerle ahbaplığım da oldu. Selahattin Pınar, Osman Nihat Akın, Feyzi Aslangil'le dostluklar yaşadım. Rakı arkadaşıydık, meşk ettik. Konserlerine giderdik akşamları. Degüstasyon Restoran'da erken saatlerde içerdik. Çünkü akşam saz başlar, onlar giderlerdi, biz de bazı akşamlar giderdik onlarla birlikte. Bir başka hadise, Mesut Cemil Bey'in müzik hocam oluşudur. Nasıl oldu o? Pertevniyal Lisesi'nin orta kısmında Mesut Bey müzik öğretmeniydi ondan oldu. Orta ve liseyi Pertevniyal'de okudum ben. Serserilikten bir sene sınıfta kaldım, onunla beraber yedi sene okudum Pertevniyal'de. Ya iyi öğrenciydim ya serserilikten çakardım, ikisinden biriydi. Öyle geçti öğrenciliğim."

Aydın Boysan, uzun yıllardır iyi bir öğrenci! Çok çalışıyor, çok üretiyor."İnsanlar en çok, ölüm ve hastalık gibi şeyleri ciddiye almış görünüyorlar. Kolayına kaçmak bu! Zor olan, neşeyi ciddiye almak" diyor. Ve yaşamayı bir görev olarak kabul edip her ânını ciddiye almayı eklemeyi de ihmal etmiyor. Bu görevin tatili olmadığının da bilincinde, bu satırları okuyanlar için diyor ki;

"Kitap okuyun. Bundan büyük bir teselli yok. Tabii kitap okuyan daha sonra tiyatroya da bir merak sarıyor, bu da iyi bir sonuç. Tiyatro -özellikle klasik eserleri- seyretsinler, müziğe yaklaşsınlar. Bizim Samatya'da mahallemizdeki komşularımızla koro yaparak şarkı söylediğimiz zamanlar oldu. Kulağa ve zihne saplanıyor müzik. Tek teselli, sanata yakın olmak." 

Mimarlık hep gönlünde

Aydın Boysan durmaksızın yeni kitaplar yazıyor, ama mimarlık da hep gölünde, aklında:

"Hâlâ mimarlıkta bazı şeylerin araştırmasını yapmaya devam ediyorum. Örneğin gecekondu mahallelerinin halka örnek olacak şekilde projelendirerek, parselasyon yaparak 'Kendin Yap Mahalleleri'ne dönüştürülmesi için projeler yaptım. Bunları gerçekleştirmeye çok çalıştım, ama hiç bir faydası olmadı. Kimseye bunun derdini anlatamadım. Gün gelecek bunu yapmaya mahkûm olacaklar, mahkûmlar. Gecekonduları kanuni biçime 'Kendin Yap Mahalleleri'ne dönüştürmeye mecburlar.

Bizim ilk gecekondu mahallemiz Zeytinburnu'nda yapıldı. Gaz tenekesi ve sandık tahtası ile başladı. 'Gecekondu' lafı boşuna değil. İçine girildiği an hukuken yıkamıyorlardı, o nedenle gecekondu mahalleleri tüm ülkeyi sardı, kimse de bunu değiştirmeye kalkmadı oy alma aşkına. Şimdi eski gecekondu mahallelerine gittiğiniz zaman çok katlı apartmanlar görürsünüz. Her şey değişti. Zaten İstanbul'da nüfus, tarihte hiçbir zaman -1950'ye kadar- bir milyona yaklaşmamış, Bizans ve Osmanlı İmparatorlukları'nın başkenti iken bile yarım milyonu zor bulmuş. 1950 senesinde İstanbul'un nüfusu ilk defa bir milyonu aştı. Şimdi yirmi milyon. On milyon diyorlar ya yalan söylüyorlar. Şehir komşu illerle bütünleşti, arada boşluk kalmadı, bir arada yaşanıyor her şey..."

Otuz beşinci kitabı çıkmak üzere.

Aydın Boysan'ın yeni kitabı yakında raflarda olacak... Ne zaman, hangi yayınevinden çıkacak, adı, konusu ne olacak? Bir çırpıda sıralıyıveriyorum bu soruları:

"Bir hafta, on gün içinde çıkar. Doğan Kitap'tan. Adı 'Şerefe.' Konu içki. Kafa çekme kitabı. Sonunda bunu da yazdım."

Bir de uzay romanı var Aydın Boysan'ın:

"Uzay romanı yazmak için uzayı da öğrenmek lâzım. Çocukluğumda çok merak ederdim yıldızlara bakardım, coğrafya okurdum, ama asıl merakım ileri yaşlarda gelişti. Altmış yaşıma doğru uzay kitapları getirdim Almanya'dan. Almanca kitaplar.  Türkiye'de de Tübitak'ın çok güzel kitapları var uzayla ilgili. İki buçuk, üç sene hepsini okudum, notlar aldım. Sonra o notları birleştirdim, bir romana dönüştürüp yazdım altı ay içinde. En az satan kitabım da o oldu ha… İsmi yanlıştı kitabın '2046 Uzay Anıları' idi. Kimse bir şey anlamadı bu lakırdıdan. Ama deseydim ki 'Uzayda Nasıl Sevişilir ve Kafa Çekilir' on beş baskı yapardı. Bizim sevgili okurlarımız kitap ismine çok takılıyorlar!"

"Şerefe" adlı kitap yazan Boysan'ın alkolle muhabbeti nasıl?

"Devam ediyor muhabbet. Kesinlikle devam ediyor. Tabii miktarı azaltmak kaydı ile. Genç yaşımdaki kadar içemiyorum. Hemen şunu da açıklamak istiyorum ki fazla kaçırmamak şart. Fazla kaçırınca bu işin zevki değil, eziyeti başlıyor, bunu bilmek gerekir. Benim sabıkalarım yok mu? Var. Çok içtiğim, fazla kaçırdığım zamanlar olmadı mı? Oldu, ama eski senelerdeydi bunlar. Kırk yaşımdan sonra fazla kaçırdığım belki senede bir olmuştur. Ölçüyü kaçırmamak gerekli. Ölçüyü kaçırınca söylediğim gibi bu işin eziyeti başlıyor."