Bir harfin peşinde hevesle
Faruk Şüyün'ün bu haftaki konuğu; Orhan Alkaya
"Öyle Bir Geçer Zaman ki" dizisinde "Balıkçı" olarak geldi izleyicilerin karşısına. Sonra, aslında çok zengin bir işadamı, Hikmet Karcı olduğu ortaya çıktı. ‘Balıkçı-Hikmet Karcı' rolüyle milyonlarca kişinin sevgisini kazanan Orhan Alkaya, benim için ise her şeyden önce 1980'lerin başından bu yana şiirlerini okuduğum iyi bir şair, iyi bir edebiyatçı… Değişik sanat disiplinlerinde eleştiriler, denemeler, siyasi makaleler yazdı, 1976'da İstanbul Şehir Tiyatroları'nda oyunculuğa başladı. 1980 darbesinden sonra 1402'lik olarak (çalışmasında sakınca görülen kişi) arkadaşlarıyla birlikte tiyatrodan kovuldu. Daha sonra redaktör, editör, creative direktör, danışman olarak değişik sahalarda çalıştıysa da benim hep şair dostum olarak kaldı. 1990'da döndüğü İstanbul Şehir Tiyatroları'nda bir dönem Genel Sanat Yönetmenliği de yapan Alkaya, bugün aynı kurumda rejisör kadrosunda… Söyleşimizi Everest Yayınları'ndan çıkan yedinci şiir kitabı "Altı" üzerine yoğunlaştırmak istiyorum, ama "Balıkçı" ile o kadar çok konuşuluyor ki öncelikle sormak istiyorum, bir edebiyatçı için, (mesleği de olsa) edebiyat dışında bir alanda popüler olmak nasıl bir duygu?
"Elbette yazıodasının mistik sessizliğiyle popüler sahanın cazibeçekerliği arasında bir çelişki var. Ama benim hayatım hep bu tür ‘çoklu'lar içerisinde sürüp gitti. Binlerce, bazen yüzbinlerce insanın karşısında kürsü almak da bir edebiyatçı için ilk bakışta yadırgatıcı bir durumdur, ama ben defalarca bu durumu yaşadım. Ülke yöneticileriyle birtakım sorunların çözümü için masaya oturmanın da bilinen o edebiyatçı linkiyle pek ilişkisi kurulamaz esasen.
Türkiye'nin en eski sanat kurumunu yönettim bir dönem. Bu hele bir edebiyatçının başına gelebilecek en büyük felaket olarak da görülebilir. Ama işte bu da benim hikâyem Faruk.
‘Şimdi'yi çok önemsemenin komplikasyonları belki. Bu yaşantının içinde hep şuna bakıyorum: İşimi iyi yapabildim mi? Cevap müsbetse sorun yok.
Bugün de farklı bir şey yok esasen. 1990'larda, şiddet atmosferi hüküm sürerken DGM'de yargılamışlardı, telesekreterime işkence mesajı bırakmışlardı. Çünkü o süreçte üstlendiğimiz toplumsal rolün koşullaması oydu. Şimdi bir sevgi seli içerisinde yaşıyorum. Ama önünde sonunda ilk günden beri ne yapıyorsam, bugün de onu yapmayı sürdürüyorum, bir harfin peşinde hevesle yol alıyorum."
Edebiyatçı arkadaşlarının bu diziden sonra yorumları neler, meselâ ben senin sevdiklerine ne kadar "yumuşak", etkileyici baktığını (doğal olarak) bu diziyle fark ettim…
"Bizim mahalle fazla televizyon izlemez, izleyenler de belli etmemeye çalışır. O yüzden bu yeni duruma alışmaları kolay olmadı. Sina (Akyol) başlarda heyecanla arıyor, onu niye öyle yaptın, bunu şöyle demedin kabilinden takılıp duruyordu. Birkaç arkadaş daha oldu alâkasını fâş eden. Bakış konusundaki iltifatın için teşekkür ederim, ama bunun algı alanına dahil olması da beyazcam'ın kudreti herhalde."
Neden "altı"
Yoo, benim için algı alanı olamaz, ilgi alanıma dahil değildi demek daha doğru! Şaka bir yana gelelim söyleşimizin esas konusuna, edebiyata, şiire, son kitaba… Yedinci kitabın adı "Altı." Bölümleri altı'dan başlayıp geriye doğru gidiyor ve son şiir "gitmeden önce" sıfırıncı bölümde… Bu, isim ve yöntem mutlaka her okur için farklı farklı şeyler çağrıştıracaktır, ama Alkaya ne diyor?
"Birçok farklı denklem kurulabilir. Biliyorsun, Latinler İsa'nın doğum senesi için ‘1' dediler ve yeni bir milat kestiler. O tarihte, matematikte ‘0' rakamı bulunmamıştı, ‘S' yani yarım en küçük rakamdı. Buradan başlayan bir tarihlendirme sıkıntısı ve ikiliği hep olageldi. Beni asıl motive eden bu muydu, emin değilim. Yahut Ece'nin (Ayhan) şu şiiri miydi: (mealen) ‘Azizim, güzel atlar da güzel şiirler gibidirler / Öldüklerinden sonra da tersine yarışırlar vesselam'. Yahut on yıllık kitapsızlığın ardından "yapılan" kitabın sıra numarası mı seçilmiş oldu? Bak bunların hepsi olabilir, başka buluntular da çıkacaktır. Simon Kuper'e atfen şu bilgimi de aktarabilirim: Bir kitabın ismi hiçbir zaman sadece bir kitap ismi değildir."
Makale gibi...
Son şiir, "gitmeden önce" bugünkü dünyayı anlatıyor, umutsuz, can acıtıcı, mutlaka gitmeyi gerektiren bir dünya… Son iki dize ise bir isyan: "gitmeden önce söylemek istediğim birkaç söz var / ve keyifle kıracağım birkaç burun kemiği, hâlâ" Bir şeyler yapmak gerek, değil mi?
"'Gitmeden Önce', bütün kitaplarımda olan bir serinin belki en sert ve doğrudan şiiri. O şiirin içine gömülü bir makale var, başlangıçta kendini ele vermez. ‘İki yüz kişi iki buçuk milyar dünyalıdan zengin' diye bir dize sözgelişi. Bu derekede bir adaletsizliğe karşı isyan başlı başına bir önerme. En kişisel ve yararsız olanı bile övülebilir, üretilmiş şu yeryüzü atlasında.
Sorunun esasına gelirsek Faruk, insan nasıl mutlu oluyorsa öyle yaşamalı. Başkalarına, diğerlerine kötülük etmekten büyük keyif alan bir insana da, bu hakkını sonuna kadar kullandığında saygı duyarım. Benim mutluluk halim ise, böylelerini tepeleyebilmekten geçer. Kendi halkını bombalayan bir hükümetin üyeleri, böyle olması gerektiğine inanıyorlardır. Onların eylemi de kendi kurguları içinde yücedir.
Ben o soy hükümetleri alaşağı etmeye soyunanların yanındayım ve bunu net olarak söylüyorum. Moğollar'ın o enfes şarkısını haykıranlar, ‘Bir şey yapmalı' diyenler için de yeryüzü yaşamasında kendilerini iyi hissetmeleri için şahane bir yol ayan beyandır: Bir şey yapmak!"
Beşinci bölümdeki "Çarşamba'yı sel aldı" şiiri, çocukluğunuzla yüzleşme… Dünya Kitap Dergisi'nde "yazarlar çocukluk aşklarını anlatıyorlar" adlı bölüme de bu şiirden birkaç dizeyi anlatıya dönüştürüp göndermiştiniz… Şiirin her sayfada yer alan dipnotlarını da ayrı birer şiir gibi okumak, mümkün… "Geçmişinizden aldığınız bu soluk"un şiirleşme serüvenini anlatır mısınız?
"Benim hastalıklı taraflarımdan biri de, ayrıldığım yerlere geri dönmekte aşırı zorlanmam. Çocukluğum Samsun'un Çarşamba kasabasında geçti. Babam Hukuk Hakimi idi. Çay Mahallesi Emirhan Sokağı'nda oturduk. O sokağın ucundaki kaynağın suyuyla büyüdüm, Emirhan suyuyla. İlk bisikletime orada bindim, altı yaşında pür inat Howard Fast'ın Spartaküs romanını orada okudum, ilk aşkım Atatürk İlkokulu'nda sınıf arkadaşım olan yeşil gözlü bir Çerkes kızıydı, arkadaşımdı aynı zamanda.
Çok sonra, 19 Mayıs Üniversitesi'ne bir konuşma yapmak üzere gitmeyi göze aldığımda, fazladan bir gün istedim, Çarşamba için. Fazlasıyla kişisel, hafifleterek olağanüstü diyebileceğim bir gün yaşadım. Yazmaya da kıyamadım, âdeta mahremiyetimi açmak gibi olacaktı bu. Evimiz duruyordu, bitişikteki Ferhan Şensoy'un baba evi de. Ferhan'ın teyze kızının musluktan doldurduğu Emirhan suyunun dilime ilk değdiği ân ise hâlâ diri duruyor bende.
Sonunda bu şiir çıktı ortaya. Böyle yazmayı planlamamıştım ama şiir tarihi için orijinal sayılabilecek bir yapı kendiliğinden vücud buldu. Dipnotlu, dipnotları da şiir olan bir şiir ve dipnotları yukarı taşındığında bütünlüklü yeni bir yapı daha ortaya çıkıyor. Bir bakıma eski bir şiirimin adı gibi oldu Çarşamba'yı Sel Aldı: ‘Bir Şiir Kendini Yazarsa'…"
Tema'lardan söz etmişken, "anne" sizin hayatınızda önemli bir figür olmalı; aslında her erkek çocuktaki gibi… "Anne" diyecek olursak… Ya da Oidiupus…
"Anne her şeyden önce bir kokudur. Öylesine dominant ve baştan çıkartıcı bir kokudur ki bu, hayatınıza en olmadık zamanlarda hiza istikamet verir de ne olduğunu bile anlayamazsınız. Tayin edici olan her şey beni daha fazla ilgilendirdi. Çünkü onların mikrokosmosta da karşılıkları var. Adları aynı olmayabilir, ama tayin edici vasıfları paraleldir.
Hayatı belirleyen gizli kurallar dizilişini çözmeden hayatı anlamak da mümkün değil. Burada heyecan verici olan, çözüme ulaşmanın neredeyse imkânsızlığı. Bu durum beni hep kışkırttı, daha fazla davet etti. İmkânsızı mümkün kılma çabasının kendisi başlı başına çok eğlenceli bir serüven öneriyor zaten."
Bir veda şiiri
"Yüzyılımın Ardından 3" şiiri, bir çığlık olarak okunabilir mi?
"Yüzyılımın Ardından, Yirminci Yüzyıl'ı sosyal ve siyasi tarih içinde süzmek üzere yazılmış bir veda şiiri. İlk ve asıl şiir benim kerteriz saydığım bir yapıya işaret eder; Fikret'in ‘Sis' şiirindeki şiir formuna… Yazdıktan sonra bir dizi versiyon almak ve modernitenin şiiri parçalayıp yeniden inşa etme serüvenine buradan bakmak istedim. Düzşiir (prose) formunda, gene aynı şiiri yazdım. Ardından lettrist ve concrete şiir okullarının tekniğini kullandım.
Aslında başka ekollerin teknikleriyle de yazdım aynı şiiri, ama kitap için bu üç ekolü yeterli buldum. 3 numaranın 4. Bölüm'ünde ise, tam aradığım sesi buldum. Bunu tek bir sessiz harfin araya girmesi sağladı. Acı, şaşkınlık, keşif, anlama hali ve hepsini buluşturan karmaşık bir kahkaha çıktı ortaya. Tam bizim asrımızın sentezi yani!"
Biraz da "yalnızlık"ı ve "ölüm"ü konuşsak…
"Ölüm, başlıca motivasyon. Ya teslim olur ve bu hayatın devamını garanti altına almaya çalışırsınız ya da bu müthiş kesinliğin karşısına dikilir, öncesindeki verili hayatı kazmaya başlarsınız. Ölüm, mutlak olan tek bilgimiz. Değiştiremeyeceğimiz kesin olan tek durumumuz. Bir biçimde yatıştırmadan yaşayamayacağımız tek fobimiz aynı zamanda. Ölüm korkusu bu denli belirleyici, başat olmasaydı ne dinler zuhur ederdi ne de sanat disiplinleri ortaya çıkardı.
Ben ‘anlam'ı verili bir paketin içerisinde satın alıp kullanmak yerine, her defasında yeniden arayıp, izini sürüp bulmaya ve yeniden tarif etmeye çalışıyorum.
Burada da asıl fenomen ile yüzleşiyorum: Zaman. Yaş aldıkça bu fenomen daha kışkırtıcı bir kimlik ediniyor.
Yalnızlık ise benim için bir espas, bir oksijen depolama aralığı, günün dağdağasından ve kelimelerin yüksek basıncından uzaklaşma aralığı. Çokluk hallerini hep sevdim, onun içindeki teklik yaşantısına verdiğim ad da denilebilir bir bakıma."
"Gitmek, göze alabilmekle yakından ilgili"
Kitabın tema'larından birisi de "gitmek" diye düşünüyorum…
"Bu fiil benim başlıca mottolarımdandır. Gitmek, göze alabilmekle yakından ilgili. Şimdilerde yürürlükte olan ‘giden adam', ‘ıssız adam' figüründen bahsetmiyorum burada. Sürekli ufka doğru giden bir yelkenlinin yolcusu olmaktan, bir tür Candide halinden, yahut babamın bir çocukluk yazında giriştiği yolculuktan bahsediyorum asıl.
Babam, pozitif aklın yüceltildiği bir iklimde yetişmişti. Gökkuşağının altından geçenlerin cinsiyet değiştireceği mitine kafasını takmış bir keresinde. Gümüşsuyu'ndaki evden çıkıp yola koyulmuş, Çekmece Gölü civarında bulmuşlar. Sorusuna cevap bulamamıştı belki ama, ispatlanamayan hiçbir şeyi kabul etmeme kararını test etme yürekliliği bana etkileyici gelir."
dün gece uzun bir riya gördüm
birçok kez uyanmıştım, kalkıp durup zamansız
boşalan bir zembereğin son sesleri ve kuruluşu
yeniden -derin kuyumdan dipteki aydınlığa hep
bir uyuyup hayli uyanmıştım -kırık kanatlarıyla
bir türlü tükenmeyen ayrılışın otuz küsûr kuşu
bütünleşmek diye diye -fıtrî bilginin yokluğuyla
tutuşturuyordu gövdemden yukarı ne var ne var
ne vardı –böyle kalktım bir kere daha hep aynı
uyuyamamadan anlayamamadan inanamamadan
dün gece ben uzun bir riya gördüm —sakındım
fikrimi. o ki unutmak düşüncenin başlıca hareketidir
varoluş olmayı feda ederken unutturur bilmeyi
nasıl ürkütür ölüm ismi -epi topu yokluk
uyandım ve bakamadım karanlığın şangırtısına
gözümün bir teki asit bombardımanı diğeri âmâ
yetersizlik olamamaktır, diye sayıklayayazdım
debelendim az, ötesi bedenden fışkıran yazıklama
hep böyle işte, kurtulamadığım insan olma hali
öğretilen her kelimenin kefareti ve birden gene
uyudum –yarım kalan ne varsa üşüşüyordu rüyaya
dün gece ben uzun bir riya gördüm —oturdum
sofrasına. orta yerinde ateş yakılan bir masa hep
vardı -şakrak daşlamalar meclisi ve yanılmıyordum
oralarda bir yerdeydi varlığın ütülenmemiş hâli
: kelimelere tutsak olmadan geçirilecek kısa ân
bilemedin doğumdan sıyrılan bir canlının kelimesizliği
üslûp bozan tiresizliği ve ifadeyi bitirme arzûsu
-nun hâli nen hâli nân hâli -ki karnesi verilmiştir
kimsesizlikle beslenen rüyada akide çıtırtılarıyla
dağılanlarımızı sakınıp durduyduk -ufuk kesen uyur
ve gezer masumiyetimizi. en kısa ân ilmindeyken
gitmeyi bilmektir en uzunu hissetmek: hal-i butlânı
–ki böyle uyunuyor zaten! uyumak parçalı ölüm
dün gece ben uzun bir riya gördüm —unuttum
Everest Yayınları'ndan çıkan "Altı" isimli şiir kitabından