Müzik ve dostlukla 40 yıl

Modern Folk Üçlüsü, birbirlerine hoşgörü ve toleranslarıyla gelecek kuşaklara örnek oluyor

YAYINLAMA
GÜNCELLEME

 

 

 

Kurulduğu ilk günden beri yaptıkları plâklar, verdikleri konserlerle “Anadolu Pop” akımının önünde yer alan üç usta müzisyen bu haftanın konukları... Geçtiğimiz günlerde, Beşiktaş Belediyesi için düzenlediğim “Ustalara Saygı” etkinliklerinde ağırladık onları. Modern Folk Üçlüsü’nden söz ediyorum. Doğan Canku, Selami Karaibrahimgil ve Ahmet Kurtaran’ın bundan tam 40 yıl önce, 1969’un Temmuz ayında kurdukları topluluktan... Bugünlerde, 40. sanat yıllarını kutluyorlar... Topluluğun özelliklerinden birisi, - Türkiye Eurovision elemeleri için Nükhet Duru ve Ayşegül Aldinç ile - yaptıkları kısa süreli güç birliklerini saymazsak, kadrolarının her zaman aynı kalması... Grubun üyelerinden Selami Karaibrahimgil 1944 İzmit, Ahmet Kurtaran 1946 İstanbul, Doğan Canku ise 1947 Tavşanlı doğumlu. Grubun müzik eğitimi almış tek üyesi Canku, Ankara Devlet Konservatuarı (Çello Bölümü) mezunu. Meslekleri, karakterleri birbirinden farklı üç arkadaşlar. Selami Karaibrahimgil İtalyan Filolojisi öğrencisi, Ahmet Kurtaran ise Hacettepe Üniversitesi Diş Hekimliği Fakültesi... Onları  Doğan Canku ile bir araya getiren ortak yönleri müzik sevgileri... Bu sevgi, aşka dönüşünce tam 40 yıllık bir beraberliği de birlikte getirmiş...

Öyleyse önce bu 40 yılı konuşmamız lâzım...

Selami Karaibrahimgil: “Çok büyük bir mutluluk duyuyoruz 40. yılımızda yine birlikte olmaktan. Zaman zaman bunun tartışmasını yapardık; acaba 20. yıla ulaşabilecek miyiz, 25’e, 30’a ulaşabilecek miyiz diye… 40 yıldan sonra öyle bir kenetleniyorsunuz, öyle bir tek ses haline geliyorsunuz ki... ‘Ustalara Saygı’ toplantısında verdiğimiz konserde de belki hissettiniz… Ve tabii bu aşamadan sonra müzik yapmaya devam etmek, eski parçaları söylemek bize çok büyük bir keyif veriyor.”

Doğan Canku: “Müziğin dışında hepimizin farklı özel hayatları var. Tabii ki görüşüyoruz sürekli, ama Selami’nin Amerika’daki turizm işi, Ahmet’in doktor olması benim müzikle uğraşmam sürekli iç içe olmamızı engelliyor. Hep bir arada olmadığımız için özleşiyoruz herhalde, bu da bizi birbirimize bağlıyor.”

Sevgiyle bakabildik...

“Farklı dini inançlar var. Dünya, farklı görüşleri ortaya koyan insanlardan oluşuyor. Tanrı da böyle olmasını istemiş, çeşitli kutsal kitapları farklı yerlere göndererek farklı dinlerin doğmasını sağlamış… Ama önemli olan, bu farklı görüşlerle ve inançlarla bir arada yaşabilmek. 40 yıllık bu beraberlikteki en önemli etken, hepimizin birbirimizi kabullenmesi, hoşgörü ile bakabilmesi… 40 yıl boyunca birlikte müzik yapan insanlar olarak elbette hatalarımız vardır, ama bu hataları hoşgörü ile, toleransla karşılayıp yarınlara taşımadan sevgiyle birbirimize bakabildik, birbirimizi sevgiyle kabul ettik. Bir müzik grubu, bir araya gelmişler ve 40 yıldır şarkı çığırıyorlar gibi bir şey değil bu. Yarınların dünyasının da böyle olması ile ilgili toplum önüne koyduğumuz naçizane, bir ufak örnekleme diye düşünülebilir.”

Peki, bu 40 yılda müzik piyasasında neler değişti, bugün neler oluyor?

Selami Karaibrahimgil: “Bizim popüler olduğumuz 60’lı 70’li yıllarda Türk müzik piyasası öyle bir durumdaydı ki birkaç bin plâk satan Altın Plâk sahibi oluyordu. Ajda Pekkan, 5 bin plâk satınca Altın Plâk alıyordu düşünün. Şimdi, tamamen bir müzik endüstrisine dönüştü. Ama müzikalite açısından veya müzik dinleyicisi bakımından durum nasıl değişti derseniz, işte o, tersine doğru bir gelişme gösterdi. Bahsettiğim 70’li yıllarda Ankara’da bile 7-8 tane son derece nezih, kaliteli gece kulübü vardı, şimdi hiç yok. Çalınan ve dinlenilen, daha doğrusu kulüplerde itibar edilen ve oraya gelen müşteriler tarafından tercih edilen müzik tarzı o kadar değişti ki... Şimdi, tamamen bar müziği diyebileceğimiz bir müzik hâkim.

Bugünün müziği

Sanatçıların sayısı arttı, buna paralel olarak CD’lerin sayısı da... Tabii bu kez telif hakları ile ilgili birtakım sorunlar çıktı, o da bir diğer konu. Çünkü, kopyalama olanakları dijital teknoloji ile çok kolaylaştı. Bizim zamanımızın kaliteli müzik anlayışını, müzik dinleyicisini bugün ben göremiyorum şahsen.”

40 yıldır hep aynı çizgisini sürdüren, aynı parçaları söyleyen Modern Folk Üçlüsü’ne ilgi, “Ustalara Saygı” toplantısında da gördüğümüz üzere, bugün de eksilmeden sürüyor.

Selami Karaibrahimgil: “40 yıldır aynı parçaları söylüyoruz, doğru. Bunun nedeni, zaman zaman değişik denemeler yapıp değişik parçaları yorumlamaya çalıştığımızda dinleyicimizin çok tepki vermesi. ‘Biz sizden onları dinlemek istemiyoruz, biz o eski şarkıları dinlemek istiyoruz’ dediler ve dolayısıyla bu müzik, o zamandan bu zamana kadar böylece geldi.”

Doğan Canku’ya bu 40 yıllık gelişim sürecinde gelinen bilgisayarlaşmayı sormak gerekir, diye düşünüyorum. Nasıl değerlendiriyor bilgisayarlarla yapılan müziği?

Doğan Canku: “Attila Özdemiroğlu, Türkiye’de bilgisayarı ilk kullananlardandır. Tabii bilinçli, bilgili müzisyenlerin bu aletlerden yararlanması çok güzel bir şey, ama müzik, o kadar kolaylaştırıldı ki... Bilgisayar ortamında nota bilmeyenler, armoni bilmeyenler, sadece kulak dolgunluğuyla evlerinde stüdyolar kurup orkestrasyonlar bile yapmaya başladılar. Reklâm müziklerini biz oturup kalem, kâğıtla yazardık... Senfonik orkestra yazardık yani yaylıları, nefeslileri falan tek tek. Şimdi makinedeki bir tuşta her şey...  ‘Bunu piyano çalsın’ diyorsunuz, piyano çalıyor, ‘şimdi flüt çalsın’ diyorsunuz flüt. Kâğıda da döküyor onu isterseniz, doğru çaldıysanız tabii, o notalar da doğru olarak çıkıyor.

Arada çok büyük bir fark var. Bilgisayarı Attila Özdemiroğlu’na, Doğan Canku’ya, Garo Mafyan’a götürdüğün zaman orada her şeyin üstünde bir emek ve onun bir karşılığı vardır. Bilgisayar, sadece hayatı kolaylaştırmak için kullanılan bir alettir, öyle olması gerekir. Biz, senfoni orkestrası ile prova yapamadığımız zamanlar bilgisayar ile provamızı yaptırırız, ama o notalar doğru yazılmıştır, artık değişmez. Senfoniye de canlı olarak çaldırırsınız. Fakat ne oldu, plâk piyasası olsun, reklam, film müzikleri piyasası olsun bize ısmarladıkları müzik çok pahalıya geleceği için çünkü 20 tane keman, 3 tane çello koyacaksınız, bilmem kaç tane başka saz… Halbuki tek bir klavye ile hepsini yapmak mümkün. 30 kişinin çalacağı şeyi bir kişi çalacak. O zaman ne olacak, adam başı 100 lira versen 30 kişi 3 bin lira eder, 3 bin lira kârın var oradan!

Aranjör dersen, zaten bu işin içine girmek isteyen insanlar var, profesyonelleri ekarte edip bu işleri almak isteyen açıkgözler. Profesyonel adam, emeğinin karşılığını isteyecek, ‘5 bin lira’ diyecek, öteki diyecek ki ‘ben bin liraya yaparım abi.’ Bitti piyasa. Şimdi bu iş yapan plâk piyasası, reklam piyasası, televizyon ile, işin başındaki insanlarla onlara ürün getirenler arasında çok güzel bir uyum sağlanıyor. Rant sağlayan diyor ki ‘ben ucuza yaptırıyorum film müziğini, n’olacak kimse anlamaz. Anadolu’da bağlamayı kim anlayacak hâkiki mi çalındı yoksa bilgisayarla mı? Gitarı Doğan Canku mu çaldı yoksa bilmem ne marka bilgisayar mı?’ Umurunda bile değil. Ne oldu bu sefer, gerçek müzisyenler aç kalmaya başladılar. Ve tavizler geldi. Verecek adam mı bunlar? Hayır. Bunlar nereye yansıdı? Yapılan plâklara, bestelere, şunlara bunlara.

Üretim azaldı

Ne oldu bu sefer, o plâk şirketleri ucuz malı daha çok satacaklar ya Anadolu’da. Onlar da bu ucuzluğun üzerine gitti, promosyonları onlar üzerine yaptı. Bizi prestij sanatçıları olarak aldılar, bağırlarına bastılar, ama o sokakta gezenler para getiren sanatçılar oldu… Bizlerse kuklalar…

Üretim azaldı, benim gibilerin üretimi azaldı ya da kendilerine döndüler. Ben, artık kendim için daha sofistike şeyler yapıyorum. Çünkü benim bestemi söyleyecek adam kalmadı. Ben söyleyebilirim ancak, belki birkaç kişi daha.”

İnsanlar, kötü şeylere daha çabuk alışıyorlar galiba!

Doğan Canku: “Siz insanlara sabahtan akşama kadar aynı şeyi verin, en kötüsünü verin, o en kötüsü en iyisi olur. Daha da kötüsünü verirseniz, o ilk verdiğiniz kötü, en iyisi olur. Alışıyor insanlar... Böyle olunca ne oluyor? İşte Selami’nin dediği gibi onlar satış yapıyor, onlar gece kulüplerini dolduruyor… Gece kulüpleri eskiden yok muydu? Vardı, kaliteli müzik çalınırdı. Gece kulübüne insanlar tuvaletle gelirlerdi. Orkestralar vardı bir kere, büyük orkestralar. Şimdi 1 tane, 2 tane ya vardır ya da yoktur. Onun dışında sadece konserler kaldı bizlerin yapabileceği, fakat o da gidiyor elden. Çünkü ben 5 bin liraya konser yaparken adam, 65 bin liraya konser veriyor, ona da gitmiyor, parayı da iade etmiyor. Bir de üstüne üstlük böyle insanlar var. Bakıyorsunuz daha yeni çıkmış insanlar, her yerdeler... Niçin? O kulağa alışmış dinleyiciler artık beni istemiyor, onları istiyor diye.”

Televizyonda müzik

Televizyonlarda da kaliteli müzik dinlemek mümkün değil...

Doğan Canku: “TRT’nin bir klasik müzik programı vardı. Bugün yok artık. Bir tek TRT 2’de vardı, başka yerde de yoktu, bugün onu da bulamıyoruz. Her televizyon bir tane yarım saatlik böyle bir program koysa ne olur yani?!”

Yine de iyi şeyler yapanlar var:

Doğan Canku: “Türkiye’de de, dünyanın her yerinde de çok iyi müzisyenler çıkıyor, çok iyi gruplar oluşturuyor, sentezler yapıyorlar. Yabancılar buraya geliyor, bağlamacıyla, klarinetçiyle, darbukacıyla buluşuyor. Bunlar da birer arayış. Kendi imkânları ile yapılan. Müzik adına bir şeyler yapan birileri var, ama desteklenmiyorlar.”

Ahmet Kurtaran ne diyecek bu değerlendirmelere?

Ahmet Kurtaran: “Şimdi efendim bütün bunların altında yatan 2 gerçek var. Madde ve mânâ. Madde dünyasının giderek hâkim olduğu bir toplumda mânânın değer kaybetmesi işin doğasında. Sanatçı tanımında da o mânâ yatıyor. Sanatçı yaratıcı zekâdır. Sanat ve sanatçı nedir diye sorduklarında bence tek bir cevabı var: Yaratıcılık üzerine kurulu bir düzen. Mozart’ı, Beethoven’ı, Bach’ı yaratıcı zekâ bugüne taşıdı. Ve bugüne baktığınızda gerçek sanatçı, taklit edici değil, yaratıcı olandır… Öyle olduğu sürece diğerlerinden farklıdır… Biraz evvel konuşulan konunun da devamı budur… Var oluş nizamı tekâmül üzerine kuruludur. Yani küçük, tek hücreliden bu noktaya gelen insanoğlunu düşündüğünüzde bu evrim, her geçen saniye bir önceki saniyeyi beğenmeme üzerine kurulu bir düzen. Sanatçı da bu zaten. Yaptığını yapıyor, ortaya eseri koyuyor. Sonra tekrar dinlediğinde, ‘burada şunu yapmışım, ama daha iyisini yapayım’ diyor.

Biraz evvel Doğan’ın anlatmak istediğinin özünde de sanki bu yatıyor. Her saniye bir önceki saniyenin tekâmülünü yaşadığınız için bunu hissettiğinizdeki kayıtsal an dün, oysa yarın’a gidiyoruz.

Yaratıcılık

Onun için böyle bir yapıya bilgisayarı, makineyi sokarsanız - ki bugünün teknolojisi de maalesef bunu devreye almış oldu - o zaman burada yaratıcılık olamaz. Çünkü makinenin insandan ayrıcalığı düşünememesidir. Makine daha evvel içine yüklenmiş olan programın aynısını taklit eder. Ne zaman ki insanoğlu Tanrı’nın kendisine vermiş olduğu yaratıcılık becerisini makineye yükleyebilir ise o zaman makineyle yapılan o müzikten insanlar mutlu olabilir. Çünkü o yaratıcılık vasfı, makineye de geçmiş olacaktır. Ama bugün, bu söz konusu olamayacağından...

20. yüzyılın bu teknolojisiyle müziklerin hepsi aynı üretiliyor… Üst yapıyı duymayın, geçen arabanın sadece cıstaplarını dinleyin... Buradan 20 tane araba geçsin, sonuna kadar açsınlar sesi, aynı melodileri çalıyorlar sanırsınız. Çünkü aynı alt yapı üzerine taklit....

Sanatçının da tükendiği anlar vardır. Ama dünlerin Osmanlı’sında sanattan nemalanarak sarayın kubbesi altına girmiş olan sanatçılara, o devrin padişahları yeni eserler verdikleri sürece beslenebilecekleri gerçeğini yansıttığından sanatçılar, mecburen yeni eserler, yeni makamlar, yeni buluşlar yaratmak durumunda kalmışlardır.

Bugünün rekabet piyasasında böyle bir şeye hiç ihtiyaç kalmamış gibi görünüyor. Çünkü, o cıstapın üzerine o sesi kaydettiğinizde, eğer hanımsanız müzikten öteye başka estetik unsurları koyarak, eğer erkekseniz daha yumuşatarak kimliğinizi, daha sansasyonel bir şeyler yaparak piyasada kalabiliyorsunuz.”

Yarınlara dair

Doğan Canku: “Birkaç şablon var uyulan…”

Ahmet Kurtaran: “Yani dünlerle bugünler arasındaki temel fark bu…”

Öyleyse size de yarınları sorayım...

“Şu olacak; insanoğlu vazgeçilmez olarak kendine dönme ve mânâyı arar hale gelme dönemine gidiyor 2000’li yıllardan sonra. Yani kaybettiğimiz değerlerin, artık yitirilmemesine özenir bir toplum bilinci oluşmaya başladı. Doğayı mahvettik, ama ‘doğa elden gidiyor’ deyince, ‘bir dakika yahu kendi kendimizi yok ediyoruz’ diye sorgular hale geldik. Şimdi doğada kaybettiğimiz değerleri yeniden ortaya koyma çabasına girmiş olan insanlık var. Aynı bunun gibi… Şahsi inancım o ki sanatta da benzeri bir şeyler olacak. Antika çarşısına nur yağmayacak, ama o günün sanatçısı değer yargılarındaki yaratıcılığı ortaya koyamadığı sürece eserini pazarlayamayacak, satamayacak. Çünkü toplum buna doymuş olacağından ona prim vermediğinde gerçek sanatçılar piyasada kalabilecekler. Diğerleri amatörce ya kendi evlerinde müzikle uğraşacaklar ya da onlar da yaratıcı zekânın mecburiyetiyle kendilerine bir kademe atlatacaklar diye bir düşüncem var.”

Doğan Canku: “Ahmet’e katılıyorum gelecekte olacak olan budur. Beklenti budur. Çünkü insanlar, yarattıkları erozyonun farkına varacaklar. Ne zaman varacaklar, o erozyon kendilerine zarar verdiği zaman. Bu da bilinçli uyanışlar başlatacak, ki başladı zaten. O zaman bilmiyorsa bile soracak en azından birilerine, ‘yahu neler oluyor, bir şeyler oluyor, ben anlamıyorum, ama beni rahatsız ediyor.’ Bilen adam diyecek ki ‘bundan, bundan dolayı.’ ‘Aaa öyle mi, tamam’ diyecekler ‘o zaman biz, Modern Folk Üçlüsü dinleyelim diyecekler...”

Selami Karaibrahimgil: “Söylediklerinize tamamen katılıyorum.”

Aynı parçayı her çalış, yeni bir yorumdur

Müzik, hep bir arayış, hep bir yenilenme. Aynı parçayı, üstüste iki kere aynı çalmak bile mümkün değil. Ben, sizin konserlerinizi peşpeşe dinleyebilirim, çünkü bilirim ki Doğan Canku,  parçalarını her seferinde başka türlü yorumlayacaktır ve aradaki farkları yakalamaya çalışmak, bana büyük bir keyif verecektir.

Doğan Canku: “Bakın şimdi, 2000 yılında yapmışım son CD’mi ‘Doğa-n’ın Uyanışı.’ Enstrümental yorumlar var, sololar falan. Aradan 9 sene geçmiş. Ben, 9 senedir hâlâ o kendi bestelerimi çalarken bir şeyler keşfediyorum. Ben aikido hocasıyım aynı zamanda. Bir gün bir seminerdeyiz. Kenji Kumagai, Japonya’daki hocamız kalktı geldi, 7. Dan büyük hoca, Türkiye’de aikidoyu kuran insan… Herkes kameralar getirmiş, ben de götürdüm, koydum bir yere. Çünkü adam, senede 3 defa geliyor, teknik gösteriyor. Onları defalarca yeniden seyredelim diye götürdük kameraları. ‘Yanlış yapıyorsunuz’ dedi. ‘Neden hoca?’ diye sorduk. Biz de hoşuna gidecek diye düşünüyoruz, onu onurlandırıyoruz ya. ‘Aikido öyle bir şeydir ki’ dedi ‘aynı tekniği yarınki seminerde farklı göstereceğim, sen onu da öğreneceksin. Ben, her gün kendimi geliştiriyorum. Sen o makineye bağlı kalırsan, ben 6 ayda bilmem kaç kez kendimi geliştirirken, sen aynı yerde sayacaksın.

Müzikte de aynı şey var. Dediğiniz çok doğru. Ben, evet her çalışımda farklı yorumluyorum. Zaten aynı çalamam. Ueshiba’ya sormuşlar, rahmetli, Japonya’daki en üst derecedeki aikidocu, adam televizyona çekiyormuş, bir şey olmuş, bir hata, ‘Sayın Ueshiba bir daha aynı hareketi yapabilir misiniz?’ demiş. ‘Yapamam’ diye yanıtlamış Ueshiba. ‘Nasıl olur siz dünyanın en büyük aikido ustasısınız’ demiş televizyoncu. ‘O kadar küçük nüanslar var ki, aynı hareketi yapamam’ diye yanıtlamış. Müzikte de öyle...”

Peki çözüm...

Doğan Canku: “Mesaj şu olmalı bence: Kuruluşların müziği desteklemesi lâzım. 38 üniversite ile ilişkiye geçiyorum. Rektörleri bana ‘Doğan Bey şeref duyduk’ diye mektup yazıyorlar, ama bir tek sponsor bulamıyorum. Doğan Canku’nun menajeriyim diye gidiyor, bizim menajer bilmem ne kuruluşuna ‘Oooooo Doğan Canku usta’, diyorlar.  ‘Sponsor olur musunuz?’ diye sorunca ise ‘yooooooo olamayız’ diye yanıtlıyorlar. Öyle bir şey var mı ya?!”