”Sanatçı kimi zaman pişmanlık taşır”

Gürbüz Doğan Ekşioğlu'nun eserleri, NY Times Book Review, Forbes'da yayınlanıyor

YAYINLAMA
GÜNCELLEME

 

Gürbüz Doğan Ekşioğlu (eserlerinde kullandığı imzası Gürbüz) uluslararası üne sahip  karikatür ve grafik sanatçısı. Bence, içimizdeki naif duyguların ressamı... Ulusal ve uluslararası yetmişin üzerinde ödülün sahibi... Bir akademisyen... Türkiye'de ve yurtdışında pek çok karma sergiye katıldı, biri New York'ta olmak üzere kişisel sergiler açtı. Atlantic Monthly, Forbes, New York Times Book Review, New Yorker gibi gazete ve dergilerin kapaklarında ve iç sayfalarında çalışmaları yayınlandı. Kapakları, New York'un MoMA (Modern Sanatlar Müzesi), Metropolitan gibi müzelerinin önünde fotokopi olarak satılıyor. Orijinalleri on bin doların üzerinde fiyatlarla alıcı buluyor. Ama o, bazen keşke sanatçı olmasaydım, diye düşünüyor. İçinde pişmanlık duyguları filizleniyor. Ve devam ediyor: "Hayatın bazı gerçekleri var: Gündelik yaşam ve sosyal ilişkiler, bunların dışında profesyonel olarak yaptığınız işiniz, aileniz, çocuklarınız, komşularınız, akrabalarınız... Sanat hayatı ise çok farklı. Sanatçı olmak hiçbir şeye benzemiyor. Bir ağacın, hiçbir şeyle ilgilenmeden yalnızca meyve vermesi, çiçek açması gibi. Bir şeyler üretiyorsunuz. Bu üretim, sizin içinizden geliyor, genetik kodlamanızdan... Dolayısıyla çizme, yazma gibi yetenekleriniz olunca, duygularınızı, ister istemez dışa vurmak istiyorsunuz. Bunu yapabiliyor olmak çok güzel bir şey."

Bu nedenle de konuyu teraziye vurunca "Sanatçı olmasaydım keşke" dediği zamanlarla "İyi ki sanatçı olmuşum" dediği zamanları oranladığında,  'İyi ki sanatçı olmuşum' dediği zamanlar ağır basıyor. "Yüzde seksene yüzde yirmidir bu oran. Ama bu yüzde yirminin içinde bazen pişmanlığı da taşır... Sanatın en güzel tarafı paylaşılması. Duygularınızı diğer insanlarla paylaşabilmek. Hepimiz aslında birbirimizin benzeriyiz. Sanatın evrensel bir dili  var. Sanatçı, hangi dil, hangi din, hangi ırktan olursa olsun yaptığı bir üretimi başkalarıyla paylaşabiliyor, çünkü onlarla aynı şeyleri anlayabiliyor. Demek ki insan, temelde aynı; konuştuğu dil, yaşadığı ülke değişse de bu aynılaşmayı görmek çok güzel bir şey ve bunu sanat sayesinde fark edebiliyoruz. Ayrıca sanat, hayal kurmamıza yardımcı oluyor; içimizdeki sıkıntıyı deşarj ediyor. Bütün değişimler ve oluşumlar önce hayal kurmakla başlıyor. Hayal kurduğumuz zaman ona ulaşmak, yaşatmak, hayatı değiştirmek daha kolay oluyor" yorumuyla da bu yargısını destekliyor, ama yine ilk cümlesine dönüyor ve diyor ki:

'Keşke sanatçı olmasaydım'a gelirsek; ben akademisyenim -yirmi yedi yılı geçti-, ama hâlâ piyasaya iş yapıyorum, onun dışında ailem var. Herkes gibi eve geliyorsunuz, yemek yiyorsunuz ve yeni bir iş başlıyor. Yeni bir iş dediğiniz nedir? Bir şeyler üretmek... Bazen başka insanların yaptığı bazı şeyler bana anlamsız geliyor. Mesela neden futboldan o kadar zevk alıyorlar anlamıyorum ya da meyhanede saatlerce takılıp kalmak, orada saatlerce içki içmek bana anlamsız geliyor. O nedenle sanatçı olmanın ekstra bir önemi var. Üreterek paylaştıklarınız sizi mutlu ediyor, bu mutluluğa alışıyorsunuz; üretemediğinizde mutsuz oluyorsunuz, daha hassaslaşıyorsunuz."

Evrensel açılım...

Yani sanatçının çilekeşliğini vurguluyor; üretme duygusunun baskısını, günlük gailelerle bunu yeterince tatmin edememenin sıkıntılarını dile getiriyor. Aslında o şanslı, çünkü yalnız ülkemizde değil, yaptığı kapaklar, çizdiği desenler nedeniyle, -belki de ülkemizden çok- dünyada bilinen bir isim...

"Bu evrensel açılımı ben, uluslararası karikatür yarışmalarına katılarak yaptım. Farklı kültürlerden gelen jüri üyeleri bu yarışmalarda bana işlerimi yurtdışında tanıtmamı tavsiye ettiler. Ben de Amerika'ya gittim. Orada portfolyo sistemi var. Hazırladığınız dosyayı veriyorsunuz, dosyanızı almaya gittiğiniz zaman eğer beğenildiyse art direktörünün yanına yönlendiriliyorsunuz; görüşme yapılıyor, işleriniz uygunsa size eserlerinizi basmayı teklif ediyor. Dosyalarımı verdiğim neredeyse her yerden bizimle çalışabilir misiniz önerisi geldi: New York Times gazetesi, New Yorker dergisi, Forbes dergisi, The Atlantic Monthly dergisi... Hepsine iş yaptım..."

Büyük olasılıkla orada yayınlanan işlerinden aldığı teliflerle yurtdışında yaşayabilir, farklı bir kariyere sahip olabilirdi Gürbüz Doğan Ekşioğlu, ama Türkiye'de kalıyor...

"Şöyle bir şey var: Ben Amerika'ya gittiğimde yıl 1991'di, otuz yedi yaşındaydım... Otuz yedi yaşına kadar Türkiye'de kök salmıştım ve köklerim kalınlaşmıştı. Aile olarak; karımla ve oğlumla orada yaşamak kolay değildi...Ama yıllar sonra ekonomik özgürlüğümüzü kazandık, kendimize geldik. Bu sefer annem ve babam yaşlandı, sağlık sorunları devreye girdi. İlgilenebilecek İstanbul merkezli sadece ben vardım, onlarla bağı koparmamam gerekiyordu, dolayısıyla Türkiye'de kaldım

1991'den 2009'a kadar on sekiz yıl boyunca eğer orada kalsaydım şu andaki konumum, farklı çevreler ve farklı sistemle mutlaka farklı olacaktı. Bazen düşünüyorum bunu..."

Yine de Amerika'da büyük tirajlara ulaşmak güzel bir duygu olmalı...

"Evet, burada yaptığınız bir işin, bir dergide yayınlanması ile ulaştığı satışı üç bin, en fazla beş bin, ama oradaki iş uluslararası olduğu için bir milyona kadar belki daha fazla sergileniyor. Tirajla birlikte telif ücreti de artıyor. Telif ücreti de ekonomik bağımsızlığı beraberinde getiriyor. 1954 doğumlu bir sanatçı olarak hâlâ ekonomi ile mücadele içindeyim ben. Şunu şöyle yaparsam, şuradan şu kadar almam gerekiyor, buraya iş yapsam mı diye düşünüyorum. Bir evim var, bir arabam var, bir de bankadan kredi alarak küçük bahçe katı bir atölye aldım kendime. Sanatçı olarak gece gündüz çalışmamın sonuçları yalnızca bunlar..."

Hiciv ağırlıklı dil

Bütün olumsuzluklara rağmen, ülkemiz koşullarında şanslı bir sanatçı Gürbüz Doğan Ekşioğlu, bunu vurgulamak gerekiyor.

"Çok yetenekli, müthiş, ama bilinmeyen sanatçılar var. Yetenek ve kapasiteyle, üretimle, alışverişin denk olması gerekiyor."

Gürbüz Doğan'ın yapıtlarındaki o yumuşak görünümlü, ama içinde sert bir eleştiri barındıran tavır, hayatında da geçerli... Bu eleştirisini bile kızmadan, ama hiciv ağırlıklı bir dille yapıyor.

"Bu mizaç meselesi. Doğuştan geliyor. Ekşioğulları, Rize kökenlidir. Rivayete göre bir kan davası nedeniyle dedelerimizin dedeleri Ordu Mesudiye'ye yerleşiyorlar. Oktay Ekşi ile babam  kuzenler. Karadenizli'yiz. Babam Mesudiyeli, annem de Ordulu. Ben doğuştan böyle sakin, uysalımdır. Arkadaşlarımla kavga etmem, aile içinde hiç sorunum olmadı. Derler ya buluğ, ergenlik çağında problemli, haylaz olur çocuklar, ben hiç öyle bir dönemimi hatırlamıyorum. Hiçbir haylazlığım olmadı, ailemi üzen biri olmadım. Hep yumuşak bir insan oldum. Bir de üzüm üzüme baka baka kararır derler ya; anne yumuşak, baba yumuşak dolayısıyla siz de öyle oluyorsunuz..."

Güzel Sanatlar'ı seçmekteki neden de belki buydu...

"O zamanlar benim tek amacım vardı: Hangi bölüm olursa olsun Güzel Sanatlar'a girmek. Bunu garantiye almak için kursa gittim. Oradaki hocam, bana grafiğin ne olduğunu öğretti ve o bölüme girmemi söyledi. Sınava girdim, kazandım ve başarılı bir öğrenci

oldum. Çünkü geç kavuşmanın getirdiği bir hasret vardı. Cumartesi-pazar günleri evden çıkmadan, iki ödev birden yapıyordum. Ve grafiğin, resmi, aynı zamanda araştırmacı zekâyı ve mizahı da içinde bulundurması bana çok uydu."

Aslında içinde öykücü bir duygu da taşıyor Gürbüz Doğan, bu nedenle de illüstrasyona yakın duruyor, çizgilerinin hep hikayeleri var:

"Var var evet, hikâyeleri var. Resim yapmak benim için bir bahane gibi, hepsinde bir hikâye var. Milli Reasürans'taki son sergimin katalog kapağındaki resimde bulutun üzerinde bir kuş duruyor; o, Amerika'nın Irak'ı işgalidir. Kuş ne zaman uçacak, bulut da o zaman yerini bulacak, Amerika Irak'tan çekilecek, Irak da o zaman kendini bulacak... Kendi içinizdeki sentez dilinizi oluşturuyor."

Hayvanlar, özellikle de kediler onun yapıtlarının vazgeçilmezleri gibi...

"Kedi kadar kuş da yapıyorum. Kedi, Amerika'dan sonra oldu. New Yorker dergisi benden iş istediğinde eski sayılarına baktım, hayvan figürleri vardı. Benim yaptığım hayvan figürleri olan kapaklardan onlar kedili olanı seçtiler. Bir şeye talep gelince o tarafa yöneliyorsunuz. MediaCat dergisinin kapağını 2006 yılı boyunca kedili yaptım. Kediler çoğaldı böylece. New Yorker'a üç kedili kapak yaptım, on bir kedili kapak ta MediaCat'e yaptım yani on dört kedili kapağım yayınlandı."

Biraz önce soracaktım, ama kediler ve kuşlar aklıma gelince, hemen öne geçtiler tabii ki... Bu, daha çok teknik bir soru olacak... Grafik sanatçısı olmanın, çizdiği desenlere, karikatürlere bir katkısı oluyor mu, yoksa...

Grafiğin katkısı

"Grafik bölümündenim. Ressamlar için aleyhte bir şey grafikten geliyor olmak, çünkü resmin kendine has bir dili var, ama ben bir şey anlatmaya çalıştığım için bana çok faydası oldu. Yani benim resimlerimde grafik öğe ön planda, resim arka planda. Grafiğin şöyle bir kaygısı var; mutlaka bir şey anlatması gerekiyor. Ya çizerek illüstrasyon dediğimiz üslupla ya semiyotik olarak, ya amblem olarak anlatması gerekiyor. Ressam anlayışımı grafikle birleştirip zaten dünyada var olan bir şeyi kendime uyarladım, kendi dilimi oluşturdum."

Peki, bunun yeni ürünlerini ne zaman göreceğiz?

"2010 yılında bir sergi açmak istiyorum. Belki yine Milli Reasürans olur, belki başka bir galeri. Geçen sene bu zamanlar açılmıştı son sergim. Bu sene yok. Keşke hep üretsek ve sergi açabilsek. Ama onun ekonomik olarak geri dönmesi de gerekiyor. Çünkü, artık resim de kapitalist sistem içinde bir ürün ve o ürünün pazarlanması gerekiyor. Bunun iyi olması tek başına çok önemli değil, pazarlanması da gerekiyor. Pazarlama olayının içinde olamıyoruz. Bu genlerle ilgili bir şey. Ben, market açsam işletemem, babamın da bu işten anlıyor olması lâzımdı. Akademisyen olmasaydım sadece resim piyasasından bir ressam olsaydım işim daha kolay olurdu, bir taraftan bunun ticaretini de öğrenirdim. Ben sergiyi işlerim görülsün diye açıyorum. Birkaç tane de satılırsa ne âlâ."

Ama illüstrasyonlara, kapaklara devam...

"İllüstrasyon piyasası kapaklar istiyor. Geçen yaz Anadolu Hayat'ın emeklilik projesini yaptım; Taksim- 4. Levent metrosundaki dört vagon üzerine on iki tane resim kaplandı. Bu resimleri ajanda, takvim, kumbara, kupa da yaptılar... Oradan iş gelince oraya yapıyorsunuz, çünkü geçinmeniz gerekiyor, hocalıktan aldığınız para kesinlikle geçinmeniz için yeterli değil. Ya da şöyle söyleyebilirim, geçinirsiniz ama sanat yapmanız için yeterli değil. Sanat lüks bir üretim. Boyalar, nakliye masrafları, malzemeler, atölyenin masrafları..."

Resimlerin boyutları çok büyük olmadığından, maliyetler biraz daha düşük olacaktır, gibi  soğuk bir espri geliyor aklıma, maliyet kısmını çıkarınca makul bir soruya dönüşüyor!..

"Boyutlar işlerimde 70'e 100'e kadar çıkıyor. Kağıt üzerindeki çalışmalarım daha ufaktı, ama bunlar tuval üzerine. Tuval olunca ve malzemelerin olanaklarıyla birlikte ebatlar büyüyebiliyor. Yeni açılımlar oluyor. Akrilik yapıyorum, yağlı boya yapıyorum. Kağıt olduğunda yaptığınız iş daha ince bir iş oluyor; en fazla 50'ye 70 çalışabiliyorsunuz. 30'a 30'dan ya da A4'ten başlıyor. Bir ekstra işim var 178'e 200, sergiye koydum bunu. Bir de üç tane üç metre yirmi bir santimetre boyunda merdivenler yapmıştım. Birinde gökyüzü resimleri vardı, diğerinde gece, ötekisinde de duvar resimleri basamak aralarında...Onlar da sergimde yer aldı. Bu arada Yapı Kredi Bankası plazası için bir iş istediler, benim A3 boyutunda yaptığım bir işi onlar, dört metreye sekiz buçuk metre büyütecekler."

Sonuçta her şey ekonomiye gelip dayanıyor. Üretebilmenin günümüzde ön koşullarından birisi ekonomik durumun iyi olması.

"Ekonomiden kendimizi soyutlayamıyoruz. Ekonomimiz iyi olmayınca hayata bakışımız da değişiyor. Her ay ödememiz gereken paraları düşünüyoruz. Kriz nedeniyle yaptığımız işler de azalınca ben de gerildim, ödeyemezsem ne olur diye düşünmeye başladım. Dişin ağrırken resim yapamazsın, konsantre olamazsın yaptığın işe. Ekonomik sıkıntı da aynı şeye sebep olur.

Atölyesinde resim yapan bir ressam düşün orada resimler yığıldıkça resim yapma isteği azalacak. Satamayacağı resmi yapmak istemez, heyecanı azalır. Tüketim çağındayız. Eski ressamların tek kaygısı resim yapabilmekmiş, ama şimdi bizim alıştığımız bazı şeyler var. Evimiz kaloriferli olacak, işimize arabayla gideceğiz..."

Söz burada aile yaşantısına gelebilir. Kendisi gibi bir sanatçıyla, ressam Sumru Ekşioğlu ile evli Gürbüz Doğan...

"Yirmi sekiz yıl oldu biz evleneli. Aynı dili konuşmanın, hayata aynı pencereden bakmanın getirdiği bir avantaj var. Yazın benim işim yüzünden tatile gidemiyorsak eşim bunu anlıyor, 'İşin varsa yapmalısın' diyor. Diğer meslekleri bilemem ama aynı meslekte olmak benim için iyi bir şey. Giyim tarzımızdan hoşlandığımız şeylere kadar hep aynı. Güzel bir şey bu. Bana yalnızlık iyi gelmiyor, o yüzden evlilik, bana göre bir şey. Eğer bir gün boşanırsam, ertesi gün yine evlenirim ben."

"Bugün Mimar Sinan'ı akademisyen yapmazlar!"

Akademisyenliğinden de söz etmeliyiz Gürbüz Doğan Ekşioğlu'nun... İlk tanıdığım yıllarda, 1980'lerin başları sanırım, Marmara Üniversitesi Güzel Sanatlar Fakültesi'nde asistandı... Bugün?!

"Yeditepe Üniversitesi'nde akademisyenliğe devam ediyorum. Marmara Üniversitesi'nden emekli olalı iki buçuk yıl oluyor. Yardımcı doçent olarak Yeditepe Üniversitesi'nin kadrosundayım. Doçent olmak için yabancı dil sınavından geçmek gerekiyor. Ben, hiçbir zaman yabancı dilimi desteklemek için kurslara girmeye zaman ayıramadım, o yüzden de sınava hiç girmedim, kazanamayacağımı biliyordum. Bu yüzden akademik kariyer alamadım."

Üniversitelerde yabancı dil sınavından geçmiş, ancak tek bir yabancı yayında bir makalesi basılmamış öğretim üyesi o kadar çok ki... Gürbüz Doğan'ın eserleri ise milyonlarca basılıyor, ama...

"Çoğunluğunun yok en azından, ama aldıkları emekli maaşı bizimkinin üç misli. Ben, bunu kabul edemiyorum. Bunu şuna benzetiyorum; üniversitelere sakallı gitmek yasaklanmıştı ya bir zamanlar, 12 Eylül'den sonra, derlerdi ki Mimar Sinan bu zamanda yaşasaydı sakalları yüzünden üniversiteye almazlardı onu. Emre Kongar kesmedi ve okuldan ayrıldı bu yüzden. Bunu şuna uyarlarsak Mimar Sinan birden günümüze gelse üniversitede hoca olamaz, çünkü yabancı dil bilmiyor. Yabancı dil bilmek küreselleşen dünyada tabii ki çok önemli, ama bu,  benim alanımda o kadar hayati bir şey de değil."