Krizden doğru dersler çıkarılabildi mi?

Tuğrul BELLİ
Tuğrul BELLİ GÜNDEM tugrulbelli@gmail.com

Fransız ekonomist Piketty’nin “21. Yüzyılda Sermaye” adlı kitabının yayınlanmasının üzerinden neredeyse bir yıl geçti. Ancak, bu eserle ilgili tartışmalar bir türlü dinmek bilmiyor. Bu çalışmanın bu kadar ilgi çekmesinin ana sebebi zamanlaması oldu. 2008 küresel krizinden sonra oklar neo-liberal politikalar ve bunların gelir eşitsizliğini artıran sonuçları üzerinde yoğunlaşmıştı. Stiglitz ve Krugman’ın da dahil olduğu bir kısım ekonomist ise krizin doğrudan gelir eşitsizliğinin artması sonucunda orta sınıfl arın alım gücünün zayıfl amasından kaynaklandığını düşünüyor. Piketty, çok ince ve detaylı bir çalışmayla ve bugüne kadar pek uygulanmayan bir yöntemle (gelir vergisi beyannamelerinden yola çıkarak) Batı toplumlarındaki en zengin kesimlerin (istisnai bazı dönemler hariç) zaman içinde daha da zenginleşmekte olduğunu ispat etti. Piketty’nin bu bulgularının pek tartışılır bir tarafı yok. Hatta son zamanlarda off -shore hesaplarda gizlenen paralar da katıldığında durumun Piketty’nin ortaya koyduğundan daha da vahim olduğu yönünde iddialar bile söz konusu. 

Ancak artan bu gelir eşitsizliğinin 2008 krizinin temel sebebi olduğunu iddia etmek çok doğru mu acaba? Şöyle ki, rakamlara bakıldığında krizin ilk ortaya çıktığı 2007-2008’de ABD’de hanehalkı tüketiminin milli gelire oranının düşmediği, aksine 2000’li yılların başından beri %70 seviyelerinde olduğu görülüyor. Yani artan gelir eşitsizliği alım gücünü azaltmamış. 

Orta sınıflar üzerinde asıl etkili olan gelişmeler ise son 30 yılda küresel çapta uygulamaya konulan (buna “empoze edilen” de diyebiliriz) neo-liberal politikalar ve bunlara paralel olarak ortaya çıkan aşırı-finansallaşmadan (over-financialization) kaynaklanmakta. Kapitalizmin küresel ölçekte yaygınlaş(tırıl)ması sayesinde çok uluslu şirketler son 20 senede üretimlerini büyük ölçüde Batı’ya göre son derece düşük işgücü maliyetlerine sahip olan başta Çin olmak üzere Uzak-Doğu ülkelerine kaydırdılar. Böylece hem Batı’daki işgücü maliyetleri düşük seviyede tutuldu (ve enflasyon da oluşmadı), hem de tüketicilerin reel gelirleri azalmasına rağmen alım güçleri ciddi bir erozyona uğramadı. Bu durum, bugün azalarak da olsa (artık Çin’in işgücü maliyetleri de artmaya başladı) halen devam etmekte. 

Aşırı finansallaşmanın da önemli etkileri oldu. Öncelikle, konut ve diğer tüketici kredilerinde çok hızlı bir artış meydana geldi. ABD’de 2000’de % 65 olan hanehalkı borçlanma oranı 2008’de % 95’e fırladı. Bu sayede konut fiyatlarında balonlaşma meydana geldi. Konut fiyatlarındaki artış artan konut kredileriyle dengelendi. Faizler göreceli düşük olduğu için de, aylık kredi ödemeleri düşük kaldı. Ayrıca, konut fiyatları arttıkça bankalar kredi kullananlara (ipotekleri karşılığında) daha da fazla kredi kullandırdılar. Böylece, normal gelirleri artmasa bile orta sınıfl ar borçlanarak yaşam seviyelerini belli bir düzeyde tutmaya devam ettiler. Bu, tabii ki “sürdürülebilir” bir durum değildi. Nitekim, faizlerin artmasıyla ifl aslar arttı. 

Aşırı finansallaşma aynı zamanda sosyal değeri tartışmalı pek çok spekülatif enstrümanın da ortaya çıkmasına sebep oldu. Aslında, ortaya çıkan pek çok yeni finansal ürünün mikro ölçekte bakıldığında bir “finansal mantığı” da vardı. Ancak, piyasanın artan risk iştahı nedeniyle hacimler anormal artmaya, fiyatlamalarda çarpıklıklar oluşmaya ve bu ürünlerle ilgili denetim ve regülasyonlar yetersiz kalmaya başlayınca işin rengi değişti ve iflaslar (default) peşi sıra gelmeye başladı. 

Ben bütün bu gelişmelerden kendi adıma şöyle bir ders çıkarıyorum: Kapitalizm, özellikle aşırı liberal formlarında, her zaman kazaya açık bir sistemdir. Bu sistemi kazaya uğratmadan sürdürmenin 3 ana prensibi vardır. Birincisi, Devletin ekonomi politikalarını öncelikli olarak üretim faktörleri (sermaye ve işgücü) arasındaki dağılımın dengeli bir biçimde sürdürülmesine yönelik olarak belirlemesidir. İkincisi ise, sistemin doğası gereği zaman içinde oluşacak olan aşırı sermaye birikiminin doğru bir şekilde eritilmesidir. Bunun da başlıca yolu oluşan kredi (=sermaye) stoklarının kısmen veya tamamen silinmesi ve/ veya düşük bir getiri ile çok uzun vadeye yayılmasıdır. Üçüncüsü ise finansal piyasaların denetim ve düzenlemesinin savsaklanmaması ve bu piyasalarda oluşacak balonlara karşı zamanında tedbir alınmasıdır. Bütün bunları yapabilmek için de Devletin mümkün olduğunca kapitalist sınıfın nüfuzuna kapalı olması gerekir. (Ancak kabul etmek gerekir ki, çoğu zaman bunu söylemek yapmaktan çok daha zor.) 

Peki 2008 krizi sonrasında alınan tedbirlere baktığımızda kapitalizmi yeni krizlerden soyutlayacak sağlam adımlar atıldığını görebiliyor muyuz? Maalesef ki cevap büyük ölçüde “hayır”!

Yazara Ait Diğer Yazılar Tüm Yazılar
Dar bir koridor! 10 Ekim 2019
IMF 4. Madde bildirisi 26 Eylül 2019