Yazmak yetmez, uygulamak gerek

Adnan NAS
Adnan NAS ASLINA BAKARSANIZ adnan.nas@stfa.com

Dün gibi aklımda, yıllar önce çağrılı olduğum bir televizyon söyleşisinde aynı zamanda deneyimli ve birikimli bir gazete yöneticisi olan program sunucusu, o sıralarda birkaç uluslararası kuruluş tarafından peş peşe yayınlanan “dünya ekonomisinin 2050 yılındaki görünümü ile ilgili projeksiyonları” masaya yatırmış ve bizim de aralarında olduğumuz büyük yükseliş gösterecek ülkeleri hatırlatarak “bu durum, Türkiye’nin makus talihinin de artık döndüğü anlamına mı geliyor?” diye sormuştu. Ben de bu tür araştırmaların hep belli bir metodoloji ve varsayım seti çerçevesinde yapıldığını, kastedilenin otomatik bir değişim değil, rasyonel politikalar izleneceği ve gerekli reformların yapılarak kalıcı bir büyüme yörüngesinin yakalanacağı varsayımıyla sağlanacak potansiyel büyüme olduğunu ayrıntılarıyla anlatmış, Türkiye için bu bağlamda öngörülen ortalama büyüme oranının da yüzde 5.6 olduğunu belirtmiş ve “sözün kısası, bu senaryo ancak ev ödevlerimizi yaparsak gerçekleşir” demiştim. Şimdi bakıyorum da aradan geçen bunca zamana rağmen hâlâ bu basit gerçeği anlama konusunda sorunlarımız var gibi. Hâlâ gelişmiş batıdan hızlı artan genç nüfusumuzun ve ona bağlı iç pazar büyüklüğümüzün üzerine dişe dokunur bir kaldıraç faktörü koyabilmiş değiliz. İddialı söylemlerle ortaya çıkmayı sevsek de, bütün doğulu toplumların kültürel kimliğinde yerleşmiş ikilem bizde de olmalı ki, aslında her şeyi oluruna bırakmayı tercih ediyoruz.

Reel sektörde değişen bir şey yok

Malum son on yılda sanayi stratejisi, mali kural, orta vadeli programlar, sektör bazlı stratejiler ve eylem planları, dönüşüm programları gibi entelektüel düzeyde geleceği kurgulama yeteneğimizi geliştiren olumlu alışkanlıklar edindik. Geçmişe oranla bu da kendi başına önemli bir değişim elbette. Ancak gerçek hayatta olup bitenler açısından bu değişimin belirtilerini pek fazla gördüğümüz söylenemez. Hem hukuk, hem eğitim sistemimizde, iyiye gidiş şöyle dursun, gün geçtikçe kaygılarımızı arttıran bir görüntü var. Zaten hükümet yetkilileri de bunun farkında olmalı ki bu iki alanda kapsamlı hazırlıkları olduğunu, seçim sonrasında açıklayacaklarını belirtme gereğini duyuyor. Şirketlerimizin rekabetçilik ve verimlilik parametrelerine değil, devletten alabilecekleri desteklere odaklanan alışılmış stratejilerinde de bir farklılık yok. Durum sonuçlara da yansıyor: Gerek üretim ve ihracatta yüksek teknolojili ürünlerin payı, gerekse büyümeye imalat sanayiinin katkısı açısından yükselen ülkeler açısından sonuncu sıradayız.

Üretimdeki katma değeri ve teknoloji düzeyini arttıramayan bir ekonomik modelde kârlılık da kısıtlanmış oluyor ki bu, başka alanlarda da elimizi kolumuzu bağlıyor. Bir yandan ayakta kalmakta zorlanan şirketler çalışan sayılarını ve mevcut çalışanların ücretlerini arttıramıyor, nitekim hem de en gelişmiş sanayi kollarından biri ve sendikalaşmanın yüksek olduğu otomotivde ortaya çıkan ihtilaf söz konusu riskin nereye vardığının işareti. Öte yandan özellikle küçük ve orta ölçekli şirketlerde vergi ödeme kapasitesi büyük ölçüde düşüyor, dolayısıyla kamu maliyesinin finansmanı açısından vergi politikalarında manevra alanı daralıyor, hatta vergi reformu seçeneği salt bu nedenle bile zayıflıyor. Giderek küçülen sanayimiz bir darbeyi de düşen kârlılıktan dolayı irili ufaklı her şirketin yine kamu öncülüğünde yükseltilen gayrimenkul rantına yönelerek sektörü terk etmesinden yiyor.

Uygulamayı planlamıyoruz

Aslında kağıt üzerinde tasarladığımız politikaların da, yaptığımız mevzuat düzenlemelerinin de uygulamaya aktarılmasında geleneksel bir zaafımız var. Uygulama aşamasının kendiliğinden düzeleceğini sanıyor, ortamın hazır hale getirilmesinin de ayrı bir çaba gerektirdiğini göz ardı ediyoruz. Sözgelişi onca düzenlemeye, kamuoyunda cereyan eden onca tantanaya rağmen el alemin onlarca yıldır milli gelirin yüzde 3'ü oranında kaynak ayırdığı Ar-Ge harcamasını neden bir türlü yüzde 1'in üzerine çıkaramadığımızı çözemiyoruz. Daha geçenlerde medyada yer aldı, üniversitelerimizin büyük bir bölümünde temel bilimler, yani matematik, fizik, kimya ve biyoloji dallarında kontenjanlar dolmuyor, bunlara başvuran öğrenci olmuyormuş. Böyle bir eğitim düzeninde nereden Ar-Ge elemanı bulacaksınız? Bu bölümlere özendirici burslar ve mezuniyette istihdam olanakları sunmadan cazip hale gelmelerini nasıl bekleyeceksiniz?

Gelecek aybaşında yapılacak genel seçimlerin sağladığı motivasyonla siyasal partilerin hepsinin, önceki seçimlerle kıyaslanmayacak ölçüde ekonomi ve proje yoğunluklu programlar hazırlamış olmaları, onların da kronikleşen sorunların farkında olduğunu gösteriyor. Hiç değilse siyasi rekabetin içeriği daha yararlı bir platforma kaymış, strateji tartışmaları yaygınlaşmış oluyor. Üstelik yine benim hatırladığım kadarıyla ilk defa seçim beyannamelerinde Ar-Ge'ye, bilim ve teknolojiye geniş yer ayırıyorlar. Umalım ki vaadlerinin uygulamaya nasıl aktarılacağını, hayata nasıl geçeceğini de planlamış olsunlar...

Geçen hafta B-20 çerçevesinde İstanbul'da kurulan Dünya Kobi Forumu da, Türkiye’nin dünyadaki başarı örneklerini incelemesini ve dersler çıkarmasını sağladığı takdirde yararlı olacak. Yoksa kendi Kobi'lerimizin önemli bir rol model olacak hikayeleri mevcut değil. Sayıca işletmelerimizin yüzde 99.8'ini teşkil etmelerine karşılık katma değerin ancak yüzde 54' ünü, ihracatın da yüzde 59'unu karşılıyorlar. Çok sınırlı istisnalar dışında teknoloji de üretmiyorlar. Yani bu bakımdan batılı, sözgelişi Alman Kobi'leriyle benzeşmiyorlar. Bizimkiler genellikle üretimden, dağıtımdaki hizmet katkısı ya da sürecin düşük katma değerli tedarikçisi olarak pay alıyorlar; işletme sermayesi sıkıntısı içindeler ve can suyu desteğine ihtiyaç duyuyorlar. Ölçek dezavantajı nedeniyle de küresel rekabet yetenekleri sınırlı. Kimbilir belki de uygulama ile birlikte tasarlanan bir Kobi stratejisi, reel ekonomideki dönüşümün öncü adımı olarak gündeme gelir. Umutları canlı tutmak gerek.
 

Yazara Ait Diğer Yazılar Tüm Yazılar
Seçim biter, kriz bitmez 02 Temmuz 2019
Yolun sonuna geliyoruz 11 Haziran 2019