İnanmak, kendini özgür kılmaktır!

İnanmak beynin bir psikolojik dengeleme eylemidir; ilkel dönemlerden kalan bir dürtüdür. İnanmak, neye inanıyorsak onunla eş olmayı gerektirir. Adeta her anımızı o inanca endekslemeyi… Belki tekrar tekrar yinelemeyi…

İnanmak, kendini özgür kılmaktır!

PROF. DR. UĞUR BATI
ugur.bati@dunya.com

Bir sosyolog, dünyanın çe­şitli ülkelerinde kadınlara şu soruyu sormuş:

“Kocanızı başka bir kadınla ya­kalarsanız ne yaparsınız?”

Soruya ülkelere göre verilen cevaplar şöyle olmuş:

İsveçli: Neyimi beğenmediğini sorarım.

Rus: Evi terk ederim.

Fransız: Sesimi çıkarmam, sevgilime gider beni teselli etme­sini isterim.

İtalyan: Kadını vururum.

İspanyol: Kocamı vururum.

Yunan: Her ikisini de vururum.

Türk: Benim kocam yapmaz!

Tamam, fıkra ama Türk’ün “benim kocam yapmaz” mesajı­nın çevirisini yapalım: İnsanoğ­lu inanmak ister! Türkler, belki kültüreldir, daha fazla inanmak ister!

İşte öylesi bir şeydir inan­mak. Kendini ikna etme çaba­sıdır inanmak. Öylesineyken, düşünüyorken, sorgularken, anlamaya çalışırken; kolaya kaç­maktır. Gardiyanların çaresiz kaldığı yerdir inançlıların ha­pishanesidir inanmak. Genelde sonrasını düşünmemekle başlar. Umut beslemektir. Böyle olunca, iyidir de kötüdür de. İyidir; eğer inandığınız şey oysa… Kötüdür; inandığınız şey hayal kırıklığı ya­ratıyorsa...

İnsanlar hep inanmak ister: Aşkta ve kaybederken!

İnanmak, umut ekmektir de­miştik! Beklenmedik zamanlar­da insanı yerle bir eden eylemdir. Çok zor başarabildiğimiz bir edi­nimdir ama bir eylemle, bir dam­layla, bir rüzgârla bir anda yıkılı­verir işte. Sonsuz bir huzur ara­yışıdır; bile bile kandığında, bir yalanı yaşatır!

Ölümlü olduğumuz için inanı­rız. Ölümsüz olsaydık eğer, bili­yor olacaktık.

İnanmak, inandığın şeyi gör­memeyi kabullenmektir.

Hayal kırıklığı, zaaflar, başarı, sadakat ve güven gibi çeşitli yol­lara açılıveren bir kavşaktır inan­mak... Kavşağın en yoğun olduğu saatleri buluverecektir inanmak isteyen kişi. Hayal kırıklığına gi­den yola girildiyse eğer, en küçük etkinin dahi sonucu fena olabilir.

İnsanın kendini inandırmasın­dan geçer yolu. Hazza göre kendi­ni kandırmak diye de okunabilir. Arzuya… Pek bağlayıcıdır. Yaşa­ma bağlar, aileye bağlar, sevgiliye bağlar, aşka bağlar, dosta bağlar... Ya da bağlamaz!

Ne derler? Var ya, inanmaya inancımızı kaybettikçe tek kişi­lik şehirler kurmuşuz ve ruhu­muzu anahtarı okyanusa atılmış sandıklara koymuşuz. Yemin­ler vardır. Bir yastıkta kocamaya inanmayarak bir o kadar özgür­ken bir o kadar da tek kişi değil miyiz?

Aşkı bir görme kusuru, evliliği de onun tedavisi olarak tanımla­mama karşın herkesin aynı dü­zeyde ya da aynı miktarda gör­me kusuru yaşadığını varsaymak doğru olmaz. İlişkinin süresi uza­dıkça partnerler birbirleriyle il­gili olumsuzlukları bazen evlen­meden önce de görmeye başlar­lar. Bazen gerçekler o kadar nettir ve o kadar yaşantımıza girer ki, inkâr etmemiz neredeyse müm­kün değildir. Partnerinizin gös­terdiği şiddet, alkol-madde alış­kanlığı, kumarı, sadakatsizli­ği canınızı defalarca yakmıştır. Ama yine de onunla evlenmeye karar verirsiniz. Çünkü “aşk her şeyin üstesinden gelir, değişe­cektir” efsanesine inanmak isti­yorsunuzdur. Olumsuzlukların daha yakın bir ilişki çerçevesinde kendiliğinden düzeleceği düşün­cesi tehlikeli bir varsayımdır. De­ğişimin evlenerek sağlanabilece­ğine inanmak sizden evvel başka­ları tarafından da hayal edilmiş ancak çoğu kez hayal kırıklığı ile sonuçlanmıştır. Bazen inanmak istediklerimize değil gözümüzün önündeki gerçeklere daha fazla şans vermek gerekir.

Umutlanmakla beraber insa­nın en zayıf iki noktasından biri­dir. Fenadır yanılmak. Hatta bu nedenle bazı insanlar inanma ye­tisini kaybeder. Asla doğrulata­mayacağınız, asla bilemeyeceği­niz şeylerin olmasını istemektir.

O kişi mesela kimse, çıkıp ne­den diye sorduğunda inancınızı rasyonelleştirmeye çalışırsınız. Beyin kendi kendini haklı çıkar­maya çalışan bir avukattır e hep inanmak ister.

İnancınızı mantıklı, oturak­lı nedenlere açıklarsınız. Lakin hepsi boşunadır çünkü inanç ge­nelde olmayacaklar içindir.

O yüzden güçtür. Özneye hem kuvvet verir hem onu sınırsız kez sınar, yorar.

Cebinde boş bir silahla düel­loya girmek, kaybedeceğini bile­rek/umursamadan denemektir. İnanmak bu yüzden, blöfün kralı, şüphenin kuzenidir.

Ne olursa olsun, inanmak bir kestirmedir. O yolun çıkacağı ye­ri tahmin edip kısalığından emin olma halidir. Mantıklı geliyor; ba­şarmanın yarısı, saflığın kardeşi, zaafın karekökü, umudun balın tadının hayalidir...

Ama umut en çok parçası ol­mak istediğin şeye kök salmaktır.

Hayat bu… Zaman ilerledikçe, insanlar her türlü seçimle, karar­larla, inanmakla ve inanmamak­la karşı karşıya kalabiliyorlar. İnanmak beynin bir psikolojik dengeleme eylemi olup, çok ilkel dönemlerden kalan bir dürtü­dür. Beynin, gerçekten bir bilgi­sayar gibi çalıştığını düşünürsek inanma esnasında genelde beyin, kontrolü ele alır ancak içindeki bilgi ve deneyim kadar size yar­dımcı olur. Çünkü bilinçli kontrol yok gibidir.

Bazı zamanlar iyi sonuçlar ve­rebilir. Bu beynin zaman odaklı çalışmasına bağlıdır. Çağdaş in­san için bilginin rolü gittikçe art­tığı için aslında her şeye kolay­ca inanması zorlaşan bir süreçtir. Bilgi arttıkça olaylara bakışımız daha bilinçli daha doğru olmak­tadır. Ne olursa olsun gündelik yaşamımızda beynin bir sığınma anlamında açığını kapatıp, hiz­met amaçlı inanmalar da bitme­yecektir.

Michael Shermer, “İnanan Beyin” adlı kitabında beyni bir inanç motoru olarak görür. İn­sanlar önce inanır, sonra gerek­çelere bakar. Ona göre, duyu bili­şinden gelen bilgiyi işleyen beyin, klasik olarak önce bir kalıp ba­kar, daha sonra bu kalıba göre ne­den bulur. Beynimizin noktaları birleştirerek yarattığı bu kalıp­lar inanmak üzerinedir. Beyin bir kez inandığı zaman bunları sağ­lamlaştırmak için kanıt aramaya başlanır. Bu noktada Sir Francis Bacon’un şu sözü anlamlıdır: “İn­san bir kere bir görüşü benimse­di mi her şeyi bu görüşle uyuşa­cak ve destekleyecek bir yöne çe­ker. Aksi yönde daha çok sayıda ve ağırlıkta örnek olsa bile, bunla­rı ya önemsiz görür ve ihmal eder ya da başka bir sebeple bir kenara bırakır ve reddeder. Bu büyük ve zararlı önyargılar neticesinde gö­rüşleri sarsılmamış olur.” Sher­mer, insanın nasıl inandığına da­ir politikadan iktisada, dinlerden komplo teorilerine ve doğaüstü olaylara kadar gerçek birçok ör­nekle karşımıza çıkıyor. Ama ya­zarın kısaca söylediği; ne olursa olsun kolayca “inanmaya” meyil­li bir beynimizin var olduğudur.

İnsanlar inanmak istediği için bahane arar

İnsanların politikaya, politika­cıya inanması aslında o kadar da kolay değildir. Politika klasik ola­rak korkutur ve çarenin kendisi olduğunu savunur, oysa siyaseti bir umut olarak görmek, zaaf di­yebileceğimiz bir davranıştır. Ne demişler: Savaş, kanlı bir siyaset; siyaset ise kansız bir savaştır. Ka­bul etmeliyiz; ortalama bir beyin, düşünmekten daha çok inandı­ğı şeyler tarafından yönetilir. Si­yaseten baktığımızda kitle olarak kutsal saydığımız iletiler, bir pa­ket yapılır ve bu paketin içinde pek çok şey konur.

Pek çok zaman da başarılı olur­lar, çünkü o düşünceye karşı çık­manın yanlış olduğu yılların inancıdır. Bu normal, hem yıllar­la nasıl başa çıkılır ki? Siyasetçi için siyasi bir mesajın hangi ör­tü içinde yürütüldüğüne değil, hedefinin ne olduğu her zaman esastır. Şunu demek istiyoruz; politik taraflar bir şekilde inanç haline gelmiş olan düşünceleri savunarak avantaj sağlamaya ça­lışır. Bu beynin inanması için bir kısa yoldur.

Düşünün; sizi yönetecek in­sanları seçeceksiniz. İnsan­lar inanmak istedikleri için ba­hane arar, bu açık. İnanmak ay­nı zamanda kültürel faktör içerir. İnanmak gerçekten tutunma­yı mümkün kılandır! İnsanları harekete geçiren bu motiftir, bu kuvvettir. Güvendikleri siyasi ha­reketin hata yaptığını kabul et­mez, yolsuzluk yaptığına, rüşvet aldığına inanmaz, kendileri re­faha ulaştıracağına sonsuz ina­nır. Genel Başkanının bir bildi­ği olduğuna inanır. İktidardaki partiyi destekleyenler ise hükü­metin aldığı her kararda devle­tin âli menfaatleri olduğuna ina­nır, hata yapacağına ihtimal ver­mez. Her başarısızlığın ardında dış güçlerin varlığına inanır. Mu­halefetin hep statükocu, gelişi­min karşısında olduğuna inanır. Kendisi gibi düşünmeyen siyasi hareketlerin vatan haini olduğu­na inanır. Parti içi demokrasinin varlığına inanır. Partisinin dü­rüstlüğüne, samimiyetine inanır. Çünkü beyin inanır. Çoğu zaman da kolay inanır. Bu onun için en kolay seçimdir.

Yale Üniversitesi’nde yapı­lan araştırma, insanın bebeklik­ten itibaren “neden-sonuç” iliş­kisi ile büyüdüğü savı üzerinden bu iddiaya ulaşıyordu. Bu biraz da “hayatta kalmak” refleksi ile alakalı. “İnanmaya ihtiyaç duy­mak veya inanmak” insanın gen­lerine işlemiş ya da içgüdüsel bir hal almış durumda. İnsan, kültür çevresinden, mezhebinden, re­fah düzeyinden bağımsız olarak şüphe götürmeyen son bir sebep arayışında. “Neden?” sorusunun yanıtını kendi adına bulması ge­rekiyor. Başına geleni anlamak istiyor. Açıklayabilmek için kav­ramak, ilerisine tahmin yürüte­bilmek için açıklamak istiyor. İlerisini öngörmesi gerekiyor ki olacakları iradesiyle yönlendire­bilsin. Bu açıdan bakıldığında iti­kat etik açıdan da değerli, iyiliğin vaadi olarak görülebilir.

İnsan, mitler yaratacak zi­hinsel yeteneğe sahip olduğu için inanıyor. Ve mevcut duru­mun her dönem değişmesine ve­sile olan, ideal durumları hayal edebildiği için. Dinsel deneyim­lemenin özlemi, insan onuruna da duyulan özlem. Belki de insan hakları ahlakı, geç dönem moder­nizemin dinidir. İnanç, tasavvur edebildiğimiz cennetleri gerçe­ğe dönüştürme ümidinin bahşe­dilmesidir. Günün birinde ideal bir dünya düzeninin kurulacağı­na dair ümidin… Huzur ve barışın gelmesidir. Hem içsel hem dün­yada. Buda buna dair der ki “çok eski çağlardan beri yürürlükte­dir diye, dedelerinin dedeleri de saygı gösterdi diye, geleneklere salt gelenek oldukları için inan­ma; eski zamanların destanları, söylenceleri böyle söylüyor di­ye inanma, kendi kafanın yaratı­sı olan kurgulara, imgelere onları oraya, tanrının soktuğunu sanıp inanma; öğretmenlerinin ya da keşişlerin söylediklerine yalnız onlar söylediler diye inanma. An­cak inceleyip irdeledikten, ken­di yaşantınla denedikten, aklına yatkın bulduktan, senin için de başkaları için de yararlı olduğu kanısına vardıktan sonra inan...”

İnanmak, bilmekten farklı bir şeydir. Bildiğin ve emin olduğun şeye inanç geliştirmen gerek­mez. Mikropların hastalık yap­tığına inanman gerekmez; zaten kanıtlanmıştır. Ama düşüncele­rin hastalık yaptığına, örneğin bir yakınının ölümüne üzülme­nin, kanser yaptığına inanman gerekir. Çünkü hiçbir zaman tam emin olamazsın. Bu durumda bilginin eksik olduğu yerde inan­cın yer alacağını söyleyebiliriz.

Geleceğimiz, hayallerimiz, he­deflerimiz; bunların nasıl olaca­ğını da tam olarak bilemeyiz. O zaman bunlara inanmamız ge­rekiyor. Bir sevdiğimizin hedef­lerine tam bağlı kalması için, o hedeflere olan inancını pekiş­tirmek gerekir. Kendiniz veya da­nışanınız /çocuğunuz / eşiniz/ ortağınız vb. için bir inanç reçe­tesi oluşturacaksanız ben de bir tane var. İnanmak, neye inanı­yorsak onunla eş olmayı gerek­tirir. Adeta her anımızı o inanca endekslemeyi… Belki tekrar tek­rar yinelemeyi… “Ben bunu ba­şarabilirim, inanıyorum, yapabi­lirim”.

İnanmaya övgü ve son!

İnsanlar en çok birbirlerine inanmak ister. Dürtüseldir, pay­laşmak isterler. Üstelik zıtlıkla­rı da paylaşmak isterler: Mese­la acıları ve mutlulukları. Çün­kü paylaşmak değer katmaktır, o nedenle de inanmak ister beyin. Değer vermeyi öğrenir, kıymet olarak geri alır. O yüzden inana­cağınız insanı, iyi seçmelisiniz. Sizi yolda bırakacaklarla yola da­hi çıkmayı düşünmemelisiniz. Franz Kafka ile bitirelim: “İnan­mak, kendi içindeki yok edileme­zi özgürlüğe kavuşturmaktır, da­ha doğrusu kendini özgür kılmak, daha doğrusu yok edilmez olmak, daha doğrusu ‘olmak’tır.”