Dikkat! Başkomser Nevzat geliyor
“Kırlangıçlar göçmen kuşlardır. Fırtına yiyince büyük bir kısmı ölür. Kırlangıçların hikâyesi, bu açıdan Suriyeli sığınmacılarınkiyle örtüşüyor” diyor Ahmet Ümit önümüzdeki yıl yayınlanacak “Kırlangıç Fırtınası” adlı romanından söz ederken…
Emektarı evin önüne park ederken koptu kıyamet. Başımı camdan dışarı uzattım ki ne göreyim, Bahtiyar, mahalleye dışarıdan gelen üç köpeği önüne katmış kovalıyor. Köpeklerden sarı uzun tüylüsü bir an diklenecek oldu, anında altına aldı bizim sokak kabadayısı. Hiç şakası yok, geçirmiş dişlerini boğazına öldürecek zavallı hayvanı. Apar topar indim arabadan.
“Dur! Dur Bahtiyar! Yapma!” diye yetiştim.
Kimin seslendiğini anlayamadığı için dönüp bana da dişlerini gösterdi.
“Bahtiyar” diye bağırdım. “Ne yapıyorsun Bahtiyar! Seni serseri!”
Beni tanıyınca duraksadı, ama o kadar öfkelenmişti ki hemen sakinleşemedi, hırlamayı sürdürdü.
“Terbiyesiz seni,” diye azarlamayı sürdürdüm. “Bana da mı dişlerini gösteriyorsun!” Hırıltıları ağır ağır mırıltıya dönüştü, bunu fırsat bilen sarı tüylü köpekçik, kendini Bahtiyar’ın pençelerinden kurtarıp tabana kuvvet kaçmaya başladı. Bahtiyar da peşinden gidecek oldu. Ellerimi kaldırarak önünde geçtim.
“Bahtiyar, hayır! Hayır, kal orada.”
Ne yapacağını bilemedi, kararsızlıkla bir bana bir sıvışan rakibine baktı, ama sonunda emrime uydu; kuyruğunu kısarak sinirli adımlarla yürüdü.
“Hah işte böyle, yakışıyormu sana öteki köpeklere saldırmak.”
Sanki konuşacakmış gibi şöyle bir baktı yüzüme, sonra vazgeçti, kaldırımdaki yemek kabında onu bekleyen iri kemiklere yöneldi.
“Haksızlık ediyorsunuz Başkomserim.”
Başımı çevirince Arif Usta’nın kınayan gözleriyle karşılaştım.
“Bahtiyar’ın suçu yok. Öteki köpekler bulaştılar ona... Gözlerimle gördüm, o kendini savundu...”
“Öyle mi?” diyebildim sadece. “Ben de zannettim ki...”
Bakışlarım haksızlık ettiğim, Bahtiyar’a kaydı, beni unutmuş gibiydi, iri bir kemiği ağzına almış dişlerinin arasında geveliyordu. Arif Usta’ya açıklama gereği hissettim.
“Ama bıraksam öldürecekti köpeği...”
Kanıksamış bir ifadeyle omzunu silkti usta aşçı.
“Asıl o üç köpek öldürecekti Bahtiyar’ı... Zavallım dükkândan getirdiğim kemikleri yiyordu. Üçü birden saldırdılar üzerine... Evet, aniden, gözümün önünde... Kudurmuş gibiydiler...” Duraksadı, bakışları sokağın sonunda kaybolmakta olan üç köpeğe kaydı. “Yine de günahlarını almayayım, belki onlar da açtı, belki başka çareleri yoktu, ama kavgayı onlar başlattılar. Bizimki kendini savundu sadece... Savunmasa parçalardı o köpekler Bahtiyar’ı...” Gitmeden önce yüzünde kederli bir ifadeyle başını salladı. “Siz benden daha iyi bilirsiniz Başkomserim, sesinizi çıkarmadınız mı alırlar ekmeğinizi elinizden.”
Ne diyeceğimi bilemedim, Arif Usta da uzatmadı zaten.
“Neyse gideyim artık, hadi iyi akşamlar.”
“İyi akşamlar,” babında bir şeyler mırıldanacaktım ki birden durdu, döndü. “Ha Başkomserim, türlü pişirmiştim siz seversiniz. Hafif acılı... Evde yemek yoksa diyorum, buyurun birlikte yiyelim. Yanına soğuk bir de cacık yaparız.”
Hayır, lokantasına müşteri toplamıyordu, beni yemeğe davet ediyordu.
“Sağ ol Arif Usta, dünden kalan bamyam var. Buyur gel, birlikte yiyelim, ikimize de yeter. Kavun da var, beyaz peynir filan, bir iki kadeh de parlatırız belki.”
Sigaradan sararmış dişlerini göstererek gülümsedi.
“Başka zaman diyelim Başkomserim, yarınki yemeklerin hazırlıklarını yapmam lazım... Hadi size afiyet olsun.”
Cömert lokantacımız uzaklaşırken, ben de mahallemizin vefakâr köpeğine yaklaştım.
“Kusura bakma Bahtiyar,” dedim yumuşak bir sesle. “Kusura bakma oğlum, yanlış anlamışım. Ama yine de o köpeği öldürmene müsaade edemezdim.”
Ağzındaki kemiği bırakıp yüzüme baktı, tarçın rengi gözlerinde ne bir dargınlık, ne de hayal kırıklığı vardı. Sanki “O kadar da ciddiye alınacak bir vaka değil,” der gibiydi. Barışmıştık, sevgiyle okşadım kocaman kafasını, pekbirtepkivermedi, yenidenkemiğinedöndü.. Bahtiyar’ı sıcak Arnavut kaldırımının üzerindeki yemeğiyle bırakıp evimden içeri girdiğimde o çok iyi bildiğim serinlik karşıladı beni. Akşam çökmesine rağmen hâlâ cayır cayır yanan sokaktan sonra kapının ardındaki bu serinliğin beni mutlu etmesi gerekirdi, ama aksine yoğun bir keder belirdi içimde... Çok iyi bildiğim o serinlikten sonra, çok iyi bildiğim o keder... Bitmek bilmeyen bir yoksunluk, dinmek bilmeyen bir hasret, aradan geçen onca yıla rağmen arada bir zonklayan o derin acı...
Hayır, her zaman kapılmıyordum bu duyguya, acı ne kadar büyük olursa olsun, insan bir şekilde kanıksıyor. Kendime şaşarak ben de yaptım bunu. Hiç unutmam, unutamam dememe rağmen ağır ağır silindi bazı hatıralar, renkler soldu, sesler sönükleşti, kokular kaybolmaya başladı. Bazen karımla kızımın yüzünü gözümün önünde canlandırmaya çalışıyorum, olmuyor, ne yapsam bir türlü belirmiyorlar gözlerimin önünde. Kendime kızıyorum, öfkeleniyorum, kendimi suçluyorum fakat hiçbir yararı olmuyor usulca siliniyor görüntüleri belleğimden...
Ama bugün Kasımpaşa’daki o parkta Aysun’un bebeğine benzeyen o oyuncağı gördükten, öldürülen adamın kim olduğunu anladıktan sonra her köşesi karımın kızımın anılarıyla dolu bu eve elimi kolumu sallayarak giremezdim. Evgenia’nın da kaç defa uyardığı gibi, kabuk bağlayan yarayı kanatmanın mânâsı yoktu, fakat bugün o cinayet mahallinde gördüklerimden sonra emin olmam gereken konular vardı. Aradan geçen saatler kuşkularımı gidermemişti, öldürülen o çocuk tacizcisinin, o ustalıkla işlenen cinayetin benimle bir alâkası olabilirdi. Kararlı adımlarla bodrum katına inen merdivenlere yöneldim. O kadar çok zaman olmuştu ki bodruma inmeyeli her adım attığımda basamaklar acı çekiyormuş gibi inliyordu ayaklarımın altında.
Ahşap kapının kenarında, kendi ellerimle yaptığım küçük metal kutunun içindeydi anahtar. Kim bilir ne zamandır dokunulmamıştı... Tozlanmış, yer yer paslanmıştı. Takılmamasını umarak kilide soktum, çevirdim, bir kez daha, bir kez daha... Açıldı kapı, usulca ittim kanadını. Ağır, nemli bir koku çarptı burnuma. Işığın düğmesine dokundum, pırpır ettikten sonra yandı lamba. Hazin bir görüntüsü vardı bodrumun. Üst üste konulmuş kutular, kocaman bir ceviz sandığının üzerinde tozlar içinde bir gramofon, havalandırmanın orada eski abajurlar, güvelerin paramparça ettiği kocaman bir halı. Şu mukavva kutuların birinde olmalıydı Aysun’un oyuncakları. Evet, tek bir eşyasını bile atmaya gönlüm razı olmamıştı. Giysileri, kitapları, oyuncakları, kolyeleri, yüzükleri, saati, hepsi bu kutuların içindeydi. Hemen yanında da Güzide’nin eşyaları. Hiçbirine kıyamamıştım. Hiç kimseye verememiştim. Burası onların eviydi, bedenleri aramızdan ayrılsa bile eşyaları benimle birlikte bu evde kalmalıydı.
İşte oradaydı Aysun’un eşyaları, duvarın kenarına üç sıra halinde dizdiğim kutularda... Sanki taşınıyormuşuz da gittiğimiz evde kolayca bulabilelim diye kutuların üzerine yazmıştım teker teker içinde neler olduğunu. Bugün olsa yapamam. Güzide’yle Aysun’u kaybettiğim o korkunç günlerde acıyla, öfkeyle, kederle yapmışım işte... Canım yana yana, belki de bilhassa canım yansın diye... Karımla kızımın katillerini bulamamış olmanın verdiği suçluluk duygusu içinde kendimi cezalandırmak için... Aslında hatırlamıyorum, hiçbir şey hatırlamıyorum, aldığım ilaçlardan değil, hiç beklemediğim bir anda gelen bu kadar sert bir darbenin benliğimi allak bullak etmesinden. Belki de hepsini, her şeyi, her ayrıntıyı unutmak istediğimden.
Kutuyu açmadan önce durup baktım öylece. Nasıl da özene bezene yazmışım. “Aysun Oyuncaklar,” diye ayrıntı bile düşmüşüm. Alt satırında da “Mutfak seti, ev maketleri, legolar” yazıyor. Hayır, bu kutuda değildi barbi, bir alttakinde olmalı. Alttaki “Aysun Bebekler” yazılı kutuda. Evet, kutu silme bebeklerle doluydu. Bayılırdı kızım bebeklere. Yüzlerce çeşit bebeği olsa yine bıkmazdı. Hepsinin ayrı ayrı adları vardı, ayrı ayrı hikâyeleri, hepsi ayrı bir ses tonuyla konuşurdu. Evet, sanki canlılarmış gibi onlarla konuşurdu Aysun. Elbette onların ağzıyla da kendisine cevap verirdi. Başlarda Güzide’yle beni rahatsız etmişti bu durum. Ama psikologlar, “Sorun yok, kızınızın geniş bir hayal gücü var sadece” deyince rahatlamıştık. Biraz büyüyünce ilgisi azalmıştı zaten. Yine de odasından kaldırmamıştı bebekleri. Kutuyu indirdim, kapağını açtım. Bir zamanlar Aysun’un gözü gibi baktığı onlarca bebek, neden bizi burada unuttunuz der gibi sitemle bakıyorlardı. Boğazımda bir yumruğun düğümlendiğini hissettim. Hayır, kendimi bırakmayacaktım. Öyle de yaptım, üstteki bebekleri kaldırarak, pembe giysili barbiyi bulmaya çalıştım. Ama yoktu, irili ufaklı, siyah saçlı, sarı saçlı, kumral kızıl saçlı, rengarenk giysili bebeklerin arasında aradığım barbi yoktu. Yoksa yanılmış mıydım, yoksa cinayet mahallindeki bebek, gerçekten de Aysun’un barbisi miydi? İyi de bu nasıl mümkün olabilirdi ki? Ne yani, katil evime girmiş, bodrumuma inmiş, bu kutudan bebeği mi almıştı? Hayır, hayır bu mümkün değildi. Kendi kendimi böyle teskin etmeme rağmen, kalbimin hızla çarpmaya başladığını, terlediğimi hissediyordum. Evet, düpedüz heyecanlanmıştım; elime geçen bebekleri umutsuzca savuruyordum bir kenara. Sonra duraksadım, derin derin nefes aldım. Ama bodrum o kadar nemli, o kadar ağır kokuyordu ki öksürmemek için kendimi güç tuttum. Belki de hemen çıkmalıydım buradan, ama barbiyi bulmadan olmazdı. Yeniden daldım kutunun içine... Evet, işte oradaydı, kutunun en altında, iri yarı kel bir bebeğin bacakları arasında. Rahatlayarak pembe giysili bebeği elime aldım. Hemen sağ koluna baktım, tamir izi oradaydı, evet, Aysun’un bebeği buydu işte. Küçük bebeği sevgiyle bağrıma bastırırken, gözyaşlarıma hakim olamadım.
“Evet, bir rastlantı,” dedim burnumu çekerken. “Bir rastlantıymış sadece.”