5. Global GastroEkonomi zirvesinden kalanlar…

5. Global GastroEkonomi Zirvesi bitti, ama bıraktığı his, bir zirveden fazlasıydı. Birlikte üretmenin, türetmenin, tartışmanın, düşünmenin, toprağa, denize, insana dokunmanın gururuydu bu. Sadece bir zirve değildi; ekonominin, sürdürülebilirliğin, toprağın, emeğin, kokunun, hafızanın bir araya geldiği bir düşünce alanıydı.

5. Global GastroEkonomi zirvesinden kalanlar…

Akşam, Atatürk Kültür Merkezi’nin (AKM) için­deki Biz İstanbul’da caz tınıları yankılanırken, hepimiz derin bir nefes aldık. Caz sanatçı­sı Eylül Ergül’ün sesiyle birlikte o günün temposu biraz yavaşla­dı, sohbetler yumuşadı, yüzler­de yorgun ama tarifsiz bir mut­luluk vardı. Bir yılı aşkın emeğin, planın, hayalin somutlaştığı bir günün sonuydu. Dünyanın fark­lı coğrafyalarından gelen fikirle­rin, lezzetlerin ve vizyonların bu­luştuğu 5. Global GastroEkonomi Zirvesi sona ermişti ama hepimi­zin içinde o günün titreşimi hâlâ canlıydı.

AKM’de içeriye dolan kalaba­lık yalnızca sektör profesyonelle­ri değildi. Genç şefler, öğrenciler, fikir insanları, gazeteciler… Bu sa­dece bir zirve değildi; ekonomi­nin, sürdürülebilirliğin, toprağın, emeğin, kokunun, hafızanın bir araya geldiği bir düşünce alanıydı.

5. Global GastroEkonomi zirvesinden kalanlar… - Resim : 1

Bir yemek gerçekten neye göre ‘pahalı’?

Zirvede neler yaşandığını tek tek anlatmak kolay değil; her anı ayrı bir tartışma, her sahnesi ayrı bir fikir gibiydi. O günün en can­lı tartışmalarından biri, Kaya De­mirer ve Emre Alkin’in ekonomi düellosuydu: “Pahalı mı Dediniz? Gelin Reçeteye Bakalım!” Bir ta­bak yemeğin fiyatının ardındaki görünmeyen reçeteyi masaya ya­tırdılar; üretimden tedarik zinciri­ne, emeğin değerinden sürdürüle­bilirliğe kadar. Herkesin kafasın­da aynı soru yankılandı: Bir yemek gerçekten neye göre ‘pahalı’?

“Gastronomi ve Yeşil Sosyo-E­konomi” oturumunda Arlene Stein ve İsmail Ertürk, gastrono­miyi yalnızca tabakla değil, top­rakla, refahla, sistemlerle anlattı. Her kelime, geleceğin sorumlulu­ğunu hissettirdi. Ardından Vedat Ozan, koku ve tat üzerinden öyle bir hafıza yolculuğu açtı ki salon­da bir an için herkesin geçmişin­den bir şey koktu sanki. Kesişen ve kesişmeyen duyular… Ama ay­nı anda kalbe değen o ortak his: Hatırlamak!

Yerelin gücü

“Tabağın Ötesinde: Coğrafi İşa­retin Sektörel ve Sosyal Gücü” pa­nelinde konuşulan her şey, yere­lin gücünü yeniden hatırlattı. Be­nim moderasyonunu yürüttüğüm bu oturumda Akan Abdula, Ah­met Özer ve Birol Uluşan’ın an­lattıkları; coğrafi işaretin, bir ürü­nü yalnızca korumakla kalmayıp bulunduğu bölgeye ekonomik ve kültürel katma değer kazandıran; istihdamı, turizmi ve üretici re­fahını artıran bir mekanizma ol­duğunun altını çizdi. Çünkü bir coğrafi işaret, aslında bir bölge­nin karakterinin, toprağının sesi­nin ve emeğinin tescilidir.

Sonra sahne, toprakla güneşi, rüzgârla sabrı birleştiren bağla­ra geçti. “Kökler & Yollar: Tür­kiye’nin Bağ Rotaları” oturu­munda, Oğul Türkkan mode­rasyonunda konuşan üreticiler, hepimize aynı şeyi düşündürdü: Bir kadehte yalnızca şarap değil, bir coğrafyanın hafızası dolu.

Ve elbette mavi ekonominin sesi: “Deniz Yaşamını Korumak, Geleceği Korumak” panelinde denizlerdeki dengenin sadece ekolojik değil, kültürel bir mese­le olduğu anlatıldı. Ardından Le­von Bağış, “Şehir ve Balık; Baş­ka Bir Deyişle İstanbul ve Lüfer” sunumuyla sahneye çıktığında, Boğaz’ın rüzgârı sanki içeri dol­du. Boğaziçi lüferinin mahreç işaretiyle coğrafi tescil alması, yalnızca bir gastronomi başarısı değil! Bir deniz canlısının bu un­vanı kazanmasının ne kadar zor olduğunu düşünürsek, bir eko­sistemin ve kültürel hafızanın da resmen korunması anlamına ge­liyordu. Çünkü Boğaz’ın akıntı­lı, tuzluluk oranı yüksek suları ve özgün plankton yapısı, bu balığa başka hiçbir yerde bulunmayan o kendine has tadı veriyor.

İnsanlığın sofrası

Günün en sarsıcı anlarından biri, “Sınırların Ötesinde: İnsan­lık İçin, Gazze İçin Birlikteyiz” paneliydi. Gazze’de yaşanan yı­kımlar hepimizin yüreğinde de­rin bir iz bırakmışken, sahnede Şef Murat Deniz Temel ve Vol­kan Akkaş yalnızca bir mutfaktan değil, insanlığın ortak vicdanın­dan söz ettiler. Bu panel, “yeme­ğin iyileştirici gücü” üzerinden dayanışmayı, onarmayı ve umut etmeyi yeniden hatırlattı.

Sonraki oturumlarda, gast­ronomi edebiyatla, sinemayla, duyguyla buluştu. Figen Ayhan, “Aşurede ve Açlıkta, Turşu Bi­zi Ayırana Kadar” sunumunda, “Neşeli Günler”i bambaşka bir gözle anlattı ve şu soruyu ortaya koydu: “Peki gastronomik meta­forlar bize ne anlatır?”

Eylül Görmüş, “Hafızanın Sof­rası: Madlen Kekinden Anne Ku­rabiyesine” başlıklı konuşma­sında, Proust’un Kayıp Zamanın İzinde’sindeki madlen kekiyle başlayan “Proustyen deneyim” kavramından yola çıkarak; Di­dem Madak’ın şiirlerindeki an­ne kurabiyesinden, Sait Faik’in balık sofralarına, Tanpınar’ın Beş Şehir’indeki kent hafızasın­dan, Orhan Pamuk’un çocuklukla örülü yemek anılarına uzanan bir hikâye sofrası kurdu.

Hikâyeyle kapanan bir gün

Son oturumda Ferhat Bo­ra, “No Story, No Glory” diyerek gastronominin çağdaş yüzünü anlattı. Artık bir tabak sunumun­dan hikâyesine, ekranlardan mil­yonlara ulaşan bir değere dönü­şüyor; markaları büyüten, eko­nomilere yön veren, duygularla beslenen bir anlatıya... Çünkü hikâye yoksa, şöhret de yok!

5. Global GastroEkonomi Zirve­si bitti ama bıraktığı his, bir zirve­den fazlasıydı. Birlikte üretmenin, türetmenin, tartışmanın, düşün­menin; toprağa, denize, insana do­kunmanın gururuydu bu. Ve biz, o sofranın etrafında olmanın değe­rini bir kez daha hissettik