Estetik arzularımız bize mi ait?
Sanat üzerinden kurduğumuz beğeni dili, çoğu zaman özgün düşüncemizi değil, içinde bulunduğumuz yapının kodlarını tekrar eder. Belki de bu yüzden bir eserin karşısında gerçekten etkilenip etkilenmediğimizi değil, etkilenmiş gibi mi görünmemiz gerektiğini düşünürüz.
“İnsan arzu ettiği gibi davranabilir ama arzu ettiği gibi arzu edemez.”
Schopenhauer’un bu sözü, özgür irade tartışmalarını bir kenara bırakıp daha yakın ve gündelik bir yere düşüyor aslında; beğeni.
Bir sanat eserini neden beğeniriz? Ya da daha doğru bir soru: Beğendiğimiz şeyleri gerçekten biz mi seçeriz? Yoksa sadece bize verilmiş arzular arasında seçim yaparak mı yaşarız?
Pierre Bourdieu, “Distinction” adlı çalışmasında tam da bu sorunun sosyal arka planını çözümler. Beğeni, ona göre bir bireyin estetik yönelimi değil; doğduğu sınıf, aldığı eğitim ve içinde bulunduğu kültürel yapı tarafından biçimlendirilmiş bir ‘yapılandırılmış yapı’dır. Bir başka deyişle, biz aslında beğenilerimizle değil, beğeni üzerinden ait olduğumuz yeri ilan ederiz. Kimi zaman bilinçli, çoğu zaman içgüdüsel olarak.
Yüksek sanat ile popüler estetik arasındaki sınırı belirsizleştirirken, ‘iyi zevk’in sadece duyusal değil, ideolojik bir mesele olduğunu gösteriyor.
Bu çerçevede Schopenhauer’ın cümlesi yeni bir anlam kazanıyor: Bir eseri beğenmek, bir davranışı seçmekten daha az özgür olabilir.
Çünkü neyi beğeneceğimizi, neye yakınlık duyacağımızı, neye değerli diyeceğimizi biz inşa etmiyoruz çoğu zaman, o karar çoktan bizim yerimize, bulunduğumuz kültürel konum tarafından verilmiş oluyor. Biz sadece bu tercihleri doğalmış gibi hissediyoruz.
Performatif bir onay mekanizması
Bugün sanat piyasasında ya da dijital platformlarda gördüğümüz “beğeni” patlamaları da bu yüzden dikkat çekici. Bir sergiye gitmeden önce onun nasıl görüneceğini Instagram’dan biliyor; bir tabloyu değerlendirmeden önce onun hakkında kaç yazı çıktığını, kimlerin paylaştığını göz önünde bulunduruyoruz. Beğenmek artık duyusal bir yönelim değil; performatif bir onay mekanizmasına dönüşüyor.
O yüzden beğeni artık bir keyif değil, bir pozisyon. Beğendiğimiz şey, yalnızca bir estetik tercih değil; bizim kim olduğumuzu, kim olmak istediğimizi ya da belki de kim olmamızın beklendiğini fısıldayan bir gösterge.
Bourdieu’nün dediği gibi: “Zevk, sınıfın beden dilidir.” Ama Schopenhauer’un uyarısını unutmamak gerekir: Bir şeyi seçmek mümkündür belki, ama onu istemek… İşte o çok daha derin bir sistemin içinde olur. Ve belki de bu yüzden, bazen bir esere “gerçekten” dokunmak zorlaşır.
Çünkü o eserle kurduğumuz bağ, belki de bizim bağımız değildir.
Peki neden böyle? Neden beğeni dediğimiz şey, bu kadar yönlendirilmiş ve farkında olunmadan biçimlenmiş bir davranış gibi duruyor?
Çünkü beğeni, yalnızca estetik değil; aynı zamanda kimliksel, tarihsel ve sosyomekanik bir yapı içinde şekillenir.
İnsan, hayatının hiçbir anında “boş" değildir. Her zaman bir bağlamın, bir alışkanlıklar dizisinin, bir duyusal geçmişin içinden geçerek bakar. Bu da demektir ki biz bir esere bakmayız; o eser, bizde önceden yer etmiş bir bakışla karşılaşır.
Beğeni dediğimiz şeyin yüzeyinde kişisel tercih gibi görünen bu davranış, gerçekte yıllar içinde oluşmuş bir duyusal formasyonun sonucudur.
Bu formasyon da rastlantısal değil; büyük ölçüde aileden, okuldan, sosyokültürel çevreden, maruz kalınan imgelerden ve hatta ekonomik pratiklerden türetilmiştir.
Arzunun özgürleşmemesi
Birileri çağdaş bir sanat eserine “Bu ne ya?” dediğinde, o tepkinin arkasında yalnızca görsel bir kafa karışıklığı değil; geçmişte sanatla nasıl ilişkilendiği, o esere dair yeterli kelimeye, duyguya ya da bağlama sahip olup olmadığı yatar.
Tam tersi durumda, bir başkası ise o eseri beğenmek zorundaymış gibi davranır çünkü o çevrede beğenmemek bir eksiklik gibi algılanır. Bu da bir tür içselleştirilmiş temsildir: Beğenmediğini bile söyleyememek. İşte bu noktada arzunun özgürleşememesi, yani Schopenhauer’un sözünü ettiği o temel “irade tutsaklığı” devreye girer. Biz sandığımız kadar bağımsız değilizdir.
Çünkü neye değer vereceğimizi, neyi yüce bulacağımızı, neyin sıradan olduğunu düşünmemiz gerektiğini öğreten şey çoğu zaman çevremiz, ortamımız, geçmiş deneyimlerimizdir.
Bu yüzden beğenilerimiz, yalnızca birer yönelim değil, aynı zamanda birer davranış normu haline gelir. Ve bu norm, kolektif bir mekanizma tarafından sürdürüldüğü için, birey olarak dışına çıkmak çoğu zaman hem zor, hem de sosyal bedelli bir şeydir.
Sanatla olan ilişkimizde bu durum daha da görünür hale gelir. Sanat, zaten “beğeni”nin en rafine hale getirildiği alanlardan biridir. Ve tam da bu yüzden, sanat üzerinden kurduğumuz beğeni dili, çoğu zaman bizim özgün düşüncemizi değil, içinde bulunduğumuz yapının kodlarını tekrar eder. Belki de bu yüzden bir eserin karşısında kaldığımızda gerçekten etkilenip etkilenmediğimizi değil, etkilenmiş gibi mi görünmemiz gerektiğini düşünürüz. Bu düşünce, bizden çok daha önce başlamış, içimize yerleşmiştir.
Beğeni bir refleks olmak zorunda değil
Kendi payıma, bu karmaşık meselelerde şöyle küçük duraklar işe yarıyor: Bir şey hoşuna gittiğinde, önce dur. O hissin nereden geldiğini kendine sor. Gerçekten seni mi etkiledi, yoksa sana etkilenmen mi öğretildi? Bir müzik, bir resim, bir sergi, bir cümle...
Kendiliğinden mi çarptı sana, yoksa onu beğenmen beklenen bir atmosferde miydin?
Ve beğenmemeye de hakkın olduğunu hatırla. Herkesin alkışladığı yerde sessiz kalmak da bir tavırdır; bazen daha çok şey söyler.
Beğenmemek, anlamadığın için değil, henüz seninle bir bağ kurmadığı içindir belki.
O bağ kurulmak zorunda da değil. Estetik birikimini besle. Çünkü ne kadar çok görür, okur, deneyimlersen; bir şeyi sevmek, yargılamak, sormak ya da susmak o kadar senin seçimin olur. İç sesinle dış onay arasında bir çatlak varsa, onu duy. Duy ki başkasının arzularını, kendi beğenin sanma.
Ve belki de en önemlisi: Beğeniyi bir hüküm gibi değil, bir başlangıç gibi düşün.
Sevmek hemen olmayabilir. Bazen bir eseri anlamak, onu sevmekle değil, neden sevmediğini fark etmekle başlar.
