Kültür-sanat sponsorluklarında yeni dönem: Destek değil ortaklık

Sanat ve marka ilişkisi uzun süredir yalnızca fon aktarımı değil. Marka yalnızca destekleyenden öte anlatının bir parçası olmak istiyor. Sanatçılar için bu tür ortaklıklar kimi zaman maddi bir nefes, kimi zamansa yeni bir ifade alanı anlamına geliyor.

Kültür-sanat sponsorluklarında yeni dönem: Destek değil ortaklık

Banu SEYHAN

Sanat ve marka ilişkisi uzun süredir karşılıklı bir fayda alanı olarak tanımlanır. An­cak son yıllarda bu ilişki, görünür­lüğün ötesine geçerek daha içeri­den, daha düşünsel bir bağa evri­liyor. Artık sponsorlar yalnızca bir serginin köşesine logolarını iliştir­miyor; kavramsal çerçeveye, anla­tı kurgusuna ve sanatçının üretim sürecine dahil olmayı talep ediyor. Bu talep, sadece bir “isim sponsor­luğu”ndan ibaret değil; kurumların kültürel aktör olarak kendini ko­numlandırma isteğiyle doğrudan bağlantılı.

Bu değişimi anlamak için dünya ölçeğinde gelişen modellere bak­mak yeterli. Fondation Louis Vu­itton’un sadece bir sergi mekânı değil, entelektüel bir kültür yapısı olarak konumlanması; Prada’nın kendi kurumsal estetiğini düşünce üretimi, felsefi programlar ve film gibi farklı disiplinlere taşıması; Gucci’nin Sabato De Sarno yöneti­minde Tate ile yürüttüğü işbirlik­leri… Bunların hiçbiri yalnızca fon aktarımı değil. Aksine, sanat alanı­na düşünsel ve estetik bir müdaha­le niteliğinde. Marka, yalnızca des­tekleyen değil; anlatının bir parça­sı olmak istiyor.

Bu yaklaşım, bağımsızlıkla görü­nürlük arasındaki o hassas denge­yi yeniden tanımlıyor. Sanatçılar için bu tür ortaklıklar kimi zaman maddi bir nefes, kimi zamansa ye­ni bir ifade alanı anlamına geliyor. Öte yandan, bu işbirliklerinin sı­nırları da muğlaklaşabiliyor: Mar­kanın katkısı ne zaman bir “mü­dahale”ye dönüşür? İçerik ortağı olan kurum, sanatçının özgürlüğü­ne ne ölçüde mesafeli kalabilir? Bu sorular yalnızca etik değil, estetik sorular olarak da önem kazanıyor.

Eczacıbaşı Topluluğu, İKSV’nin 1973’ten bu yana kurucu sponsoru olmasının ötesinde:

İstanbul Film, Caz, Müzik Fes­tivalleri gibi kültürel etkinliklerin her adımında aktif olarak yer alı­yor. Festivallerin program tasarı­mından iletişim stratejilerine ka­dar tüm aşamalarda içerik ortağı konumunda.

Bu model, sadece finansman de­ğil, marka ve sanat iç içe geçerek stratejik ortaklık kimliğine dönüş­müş durumda.

Turkcell, “teknoloji odaklı sa­nat” vurgusuyla yalnızca iletişim değil, çeşitli dijital içerik üretimiy­le sahada yer alıyor.

QNB, sanat sponsorluklarında kurum kültürünü zenginleştirme­yi hedefliyor: Sergiler, etkinlikler, sanat platformları üzerinden ku­rum içi ve dışı etkileşim kuruyor.

Böylesi bir dönemde sanat ile sponsor arasındaki ilişkiyi yalnız­ca maddi destek ya da görünürlük arayışıyla açıklamak yeterli değil. Bu artık bir patronaj değil, taraflar arasında gelişen daha karmaşık ve eşitlik arayan bir düşünme süre­ci. Sanatın yalnızca finansmanla değil, ortak anlamlarla, değerlerle ve zamanın ruhuna karşı birlikte pozisyon alarak sürdürüldüğü ye­ni bir ilişki biçimi doğuyor. Bu mo­delde markalar estetik bağlamın bir parçası olmayı isterken, sanat­çılar da ekonomik gerçeklerle yüz­leşmenin ötesine geçerek yeni söy­lem alanları buluyor.

Elbette bu yeni modelin içinde netleşmemiş sınırlar, beklenti ça­kışmaları ve kontrol mekanizma­larının belirsizliği var. Kurumun beklentisiyle sanatçının ifade alanı her zaman aynı yöne bakmayabilir; bu da gri alanı yalnızca yaratıcı bir serbestlik değil, kimi zaman ideo­lojik ve estetik pazarlıkların yürü­tüldüğü bir zemin haline getiriyor.

Peki bu yeni ortaklık biçimi, sa­natın ifade gücünü genişleten bir diyaloğa mı dönüşüyor, yoksa ku­rumsal stratejilerin arasında sıkı­şan yeni bir ‘temsiliyet rejimi’ mi yaratıyor? Belki de sorulması gere­ken asıl soru budur.

Kaynak: DÜNYA - İSTANBUL