Müze duvarlarının ötesinde: Şehrin ritmini değiştiren sanat
Brisbane Festivali bu yıl şehrin ritmini değiştirdi. Avustralyalı sanatçı ikilisi Craig & Karl, meydanlara, parklara ve günlük hayatın içine yerleştirdikleri devasa enstalasyonlarla kentin siluetine sürpriz bir katman ekledi. Renk bloklarıyla örülmüş şişme yapılar, göz alıcı illüstrasyonlar ve neşeli formlar, sıradan şehir manzarasının içinde bir oyuna dönüştü.
Banu SEYHAN
Bu tür işler, bir festivalin süsü olmanın çok ötesinde. Asıl mesele, müzeye gitmeyi planlamış, biletini almış, “sanat izleme” niyeti taşıyan izleyiciye değil; işe yetişirken, çocuğunu okula bırakırken ya da sadece yürürken ansızın karşısına çıkan insana seslenmek. Hazırlıksız bir karşılaşma… Ve tam da bu nedenle çok çarpıcı.
Kamusal alandaki sanat, estetik olduğu kadar politik bir jesttir. Müzeler ne kadar kapsayıcı olmaya çalışsa da bir eşiği vardır: Zamana, bilgiye, bazen de paraya ihtiyaç duyar. Oysa sokakta karşımıza çıkan bir iş, kimseyi dışarıda bırakmaz. Bilet yok, davetiye yok; sadece bakmak, durmak, hissetmek yeter. Bu basitlik, sanatı herkes için ortak bir deneyime çevirir.
Sanat ve kamusal alanın demokratikleşmesi
Üstelik şehirle de doğrudan bir bağ kurar. Kentin hafızası sadece anıtsal yapılardan ibaret değildir; bir festival günü bir köşede beliren renkli bir enstalasyon, bir duvar resmi ya da meydanda yükselen dev bir form da o hafızanın parçasına dönüşür. Bu işler, kenti yaşayan bir sergi mekânına çevirir. Çocuk, yaşlı, turist, öğrenci, işten çıkan beyaz yakalı; hepsi aynı anda aynı işin karşısında buluşabilir. O ortaklık, sanatın en yalın ama en güçlü hali.
Bir meydanın ortasında yükselen beklenmedik bir enstalasyon, sadece görünür olmakla kalmaz; mekânın anlamını da değiştirir. Bir geçiş noktasını buluşma alanına, sıradan bir köşeyi hafızaya kazınacak bir deneyime dönüştürür. Yani sanat yalnızca kendini göstermiyor; şehri dönüştürüyor.
Sanat müzeden taştığında, toplumla kurduğu bağ daha da kuvvetleniyor. Çünkü o noktada ayrıcalık yok; herkes için paylaşılan bir an var. Craig & Karl’in Brisbane’de yaptığı renkli müdahaleler de bunu gösteriyor: Sanat, şehirle bütünleştiğinde toplumsal bir karşılaşmaya dönüşüyor. İnsanlar işten dönerken yollarını değiştirebiliyor, çocuklar oyunlarının yönünü oraya kaydırıyor, yabancılar aynı işin önünde bir anlığına göz göze gelebiliyor. İşte tam da burada, sanat sıradan olanın içine olağanüstü bir katman ekliyor.
Sanatın piyasası, koleksiyonların değeri, müzelerin rolü üzerine pek çok tartışma sürüyor. Ama belki de en kalıcı olan, işte bu sokaktaki karşılaşmalar. Çünkü müzeye giren izleyici bunu bilinçli bir tercihle yaparken, sokaktaki iş kimseyi seçmez; oradan geçen herkese sanatı deneyimleme hakkı verir. Ve bu bize sanatın yalnızca bir estetik zevk ya da yatırım aracı olmadığını; aynı zamanda toplumsal bağları güçlendiren, birlikte yaşamın başka ihtimallerini hatırlatan bir dil olduğunu gösterir.
Belki de sanatın en sahici hali, tam da burada ortaya çıkıyor: Müzelerden taşarak şehrin meydanlarına, sokaklarına, köprülerine, duvarlarına yerleştiğinde. O zaman sanat sadece görülen değil, paylaşılan bir şeye dönüşüyor. Ve bu dönüşüm, sanatın toplumsal bir dil olarak gerçekten var olabilmesinin yolu oluyor.