Sanat, aktivizm ve küratörün vicdanı
2025 Sydney Bienali’nin sanat direktörü Hoor Al Qasimi, geçtiğimiz hafta yaptığı açıklamalarla gündeme geldi. Açıkça Filistin yanlısı bir duruş sergileyen Al Qasimi, “sanatı siyasetten ayrı tutamam” diyerek bazı sponsorların ve medya çevrelerinin eleştirisini aldı.
Kimi çevreler onun pozisyonunu “kurumsal tarafsızlık ilkesine aykırı” buldu, kimileri ise bu tutumun “sanatın etik sorumluluğunun” bir parçası olduğunu savundu.
Burada mesele yalnızca bir küratörün kişisel beyanı değil sanat kurumlarının politik vicdanla ilişkisi üzerine çok daha geniş bir tartışmanın yansıması.
Sanat ve aktivizm arasındaki bağ yeni değil.
20’nci yüzyıl boyunca Diego Rivera’nın politik duvar resimleri, Ai Weiwei’nin protesto işleri ya da Nan Goldin’in opioid krizine karşı müzelerde yaptığı eylemler sanatın doğrudan politik tavır aldığı örnekler oldu.
Bugün ise bu ilişki daha kurumsal biçimlere bürünüyor: Bienaller, müzeler, galeriler yalnızca estetik üretimi değil, politik pozisyon almayı da şekillendiren alanlara dönüştü. Al Qasimi’nin çıkışı bu yüzden yalnızca bireysel bir duruş değil, çağdaş küratörlüğün vicdanla iktidar arasındaki gerilimini yeniden görünür kıldı.
Küratör tarafsiz olmalı mı?
Sanat tarihçisi Claire Bishop, Artificial Hells kitabında, katılımcı sanatın ve politik küratörlüğün “ahlaki konfor alanını” zorladığını söyler.
Yani küratör “tarafsız” kaldığında bile bir seçim yapar çünkü sessizlik de bir pozisyondur. Benzer biçimde Boris Groys, küratörün artık yalnızca seçici değil, “kamusal alanda etik bir özne” olduğunu vurgular. Bu bakışla, Al Qasimi’nin pozisyonu bir provokasyon değil; çağdaş küratörlüğün doğasında var olan bir ahlaki sorumluluk halidir.
Türkiye bağlamı, sessizlik kültürü
Türkiye’de ise sanat alanında politik duruş çoğu zaman risklidir. Küratörler ve sanat kurumları, fon ve sponsor ilişkilerinin gölgesinde, çoğu zaman “denge” adına sessiz kalmayı tercih eder.
Oysa sanatın tarihine baktığımızda ister Füreya Koral’ın savaş sonrası üretimi, ister Hale Tenger’in “We didn’t go outside that day” işi olsun; sessizlik değil, söz söyleme cesareti kalıcı olmuştur.
Bugün belki de en doğru soru şudur: “Sanat tarafsız kalabilir mi, yoksa tarafsızlık zaten bir taraf olmak mıdır?”
Rahatsızlık iyidir
Hoor Al Qasimi’nin çıkışı bir rahatsızlık yarattıysa, bu iyi bir şey. Çünkü sanat, her zaman rahatsızlıktan, sarsılmaktan ve sorgulamaktan doğar. Sanatın tarihi, yalnızca güzel olanın değil, rahatsız edici olanın da estetiğiyle yazılmıştır. Bugün bir küratör, sessiz kalmayı değil konuşmayı seçtiğinde, bu yalnızca kişisel bir duruş değil; sanat kurumlarının vicdanı adına atılmış bir adımdır.
Küratör tarafsız olmalı mı sorusu belki de artık eskidi. Çünkü tarafsızlık çoğu zaman hâkim anlatının konfor alanında kalmak anlamına geliyor. Oysa çağdaş küratörlük, yalnızca seçmek değil, risk almak demektir; estetik, etik ve politik alanlar arasındaki geçişkenliği göze almak.
Sanat, bazen bir sergi duvarında değil, o duvarın arkasında kalan sessizlikte başlar. Belki de bugün sanatın en radikal biçimi, güzel bir imge yaratmak değil; doğru yerde, doğru zamanda, sessizliği bozabilmektir.