21. Yüzyıl kapitalizmi istihdamı düşünmek zorunda

YAYINLAMA
GÜNCELLEME

 

Orhan AKIŞIK

Son yılların ekonomik gündemini meşgul eden küresel dengesizlik ve kur tartışmalarının temelinde aslında yüksek işsizlik yatıyor. Mevcut işsizlere, dünya genelinde her yıl işgücü ordusuna katılan yaklaşık 45 milyon kişi daha eklendiğinde tablonun vehameti daha iyi anlaşılıyor. Hükümetler, işsizliğin azaltılması konusunda ne kadar istekli ve iyi niyetli olurlarsa olsunlar, salt kara odaklanmış kapitalist yönetim anlayışıyla sorunun aşılması zor. Özellikle uzun süreli işsizlik, gelir kayıpları dışında bilgi ve beceri düzeyini de gerileterek, konjonktürel işsizliğin yapısal bir hale bürünmesine yol açıyor. Yapısal işsizliğin ise, ekonomiler tekrar büyüme sürecine girdiğinde bile azaltılması hemen hemen imkansız. Resesyonla birlikte adından çokça söz ettiren işsizlik, çalışanların karşı karşıya bulundukları sorunların yalnızca bir boyutu. Ekonomilerin büyümelerini sürdürdüğü kriz öncesi dönemlerde işsizlik bugünkü gibi yüksek seviyelerde olmamasına rağmen, emeği ile geçinenlerin durumlarının giderek kötüleştiği de bir gerçek.

Clinton döneminin Çalışma Bakanı Robert Reich'ın, Büyük Resesyon öncesi kaleme aldığı Süper Kapitalizm başlıklı kitapta, bu konuda ilginç saptamalar yer alıyor. ABD'de milli gelirin 1970'lerden bu yana üç kat artmış olmasına rağmen, gelir dağılımının giderek bozulduğu ve istihdamın istikrarsız bir gelişim gösterdiğinin altını çizen Reich, "tüketici ve yatırımcı olarak elde edeceğimiz kazançlar, vatandaş olarak ödemek zorunda olduğumuz fiyata değer mi?" diyor ve ekliyor: "demokratik kapitalizmin eski kurumlarından eser kalmadı, fakat bunların yerine geçecek yenileri de yok. Bu, süper kapitalizm çağında demokrasinin krizinden başka bir şey değil." Reich'ın demokratik kapitalizmden kastettiği, üretimde verimliliği ve tüketicilerin güvenini sağlamanın ötesinde, iş güvencesinin ve refahın tabana yayılmasını hedefleyen bir ekonomik sistemden başkası değil. Gelir bölüşümünün daha adil olacağı bu tür bir sistemde, çalışanların motivasyonunun artacağından ve bunun sonuçta ekonomik büyümeye ivme kazandıracağından şüphe yok.

Kitapta altı çizilen önemli bir husus, kapitalizmin beşiği süper güç ABD'de çalışanların durumlarında geçen elli yıllık sürede meydana gelen kötüye gidiş. 1950 ve 60'lı yıllarda sadece Amerika'da değil, dünyada da en büyük olan General Motors çalışanlarına o yıllarda bugünkü fiyatlarla ortalama 60,000 dolar ücret öderken, günümüzde gerek gelir gerekse sağladığı istihdam açısından dünyanın en büyük şirketi olan Wal-Mart'ın ödediği yıllık ortalama ücret 17.500 doları ancak buluyor. Sosyal güvenlik ve emeklilik ödemeleri ise hemen hemen yok gibi bir şey.  Reich'ın bu değerlendirmesinde, General Motors ve Wal-Mart gibi farklı alanlarda faaliyette bulunan iki işletmenin farklı nitelikte işgücü istihdam ettiği gerçeği dikkate alınmamış olsa da, gelirler arasındaki bu derece büyük bir uçurumun açıklanması da zor.

Çalışanların durumundaki kötüleşme sadece Amerika'yla sınırlı değil. Bir zamanlar ömür boyu iş güvencesi sağlamakla övünen Japonya'da bile işletmeler bu taahhütlerini unutmuş görünüyor. Süper kapitalizmin çarkları orada da yatırım sahiplerinden yana dönüyor. Son otuz yıllık dönemde gerçekleştirdiği olağanüstü büyümeyle dünyanın ikinci büyük ekonomisi unvanını Japonya'nın elinden alan Çin'de ise gelir dağılımı toplumun fakir kesimleri aleyhine bozulmaya devam ediyor. Dünya Bankası'nın yaptığı bir araştırma, hızla büyüyen Çin ekonomisinde nüfusun en fakir yüzde onunun gelirinin ortalama yüzde ikibuçuk oranında azaldığını ortaya koyuyor.

Bu gelişmeler, özellikle 1980'li yıllardan itibaren ABD'nin işgücü piyasalarının esnekleştirilmesi adı altında dünyaya ihraç etmeye çalıştığı; özünde, çalışanları sermaye sahipleri karşısında korumasız bırakan kurumsal yönetim anlayışından başka bir şey değil. Yüksek işsizlik, sosyal haklardaki gerilemeler ve gelir dağılımındaki bozulmada bunun payı yadsınamaz. Ancak son zamanlarda, Anglo-Sakson kaynaklı bu yönetim anlayışının, sistemin mimarı ABD'de bile sorgulanmaya başladığını görüyoruz. Ekonominin iyileşmesi, halkın özel teşebbüse güveninin yeniden tesis edilmesi için, şirketlerin yapmaları gerekenler artık masaya yatırılıyor. Geçenlerde, The Wall Street Journal tarafından düzenlenen bir toplantıda bazı CEO'lar, kar odaklı kapitalist yönetim anlayışının sistemin iyileştirilmesi ve işletmelere kaybolan güvenin yeniden sağlanması için yeterli olmayacağı yönünde görüş belirttiler. Şirketlerin ortaklarıyla aralarındaki ilişki hukuki bir temele dayansa da, müşterilerin, çalışanların ve giderek toplumun bütününü kavrayan bir yönetim anlayışının, uzun dönemde başarı ve işletmelerin sürekliliği için zorunlu olduğu görüşü yaygınlık kazanıyor.

ABD'den esmeye başlayan bu değişim rüzgarı dünyayı etkisi altına alacak mı? 21. yüzyıl kapitalizmi istihdam sorununa çözüm getirmek zorunda. Siyasi ve ekonomik istikrarın korunması da büyük ölçüde buna bağlı.