AB cephesinde neler oluyor?
Dr. Beken SAATÇİOĞLU
AB Komisyonu'nun Türkiye'nin 2011 İlerleme Raporu'nu açıklamasının ardından unutulmaya yüz tutmuş olan Tükiye'nin AB üyeliği konusu tekrar gündeme geldi. Rapora hükümet kanadından fazlaca bir tepki gelmemiş olması siyasilerin komisyonun Türkiye'nin AB üyelik koşullarına uyumu konusundaki değerlendirmelerini öngörmüş oldukları şeklinde yorumlanabilir.
Ancak hükümetin bu tepkisizliğinin ardında komisyonun demokratik reform taleplerini öngörmesinin dışında yatan daha önemli bir neden var: AB üyeliğine olan inancın kaybedilmiş olması. Her zaman açıklıkla dile getirmeseler de siyasiler artık AB'nin kronikleşmiş "ahde vefa"sızlığının ve müzakere sürecinin Fransa ve Kıbrıs gibi "kilit" ülkelerin salt siyasi itirazları sonucu sekteye uğratılmış olmasının üyelik sürecini fiilen çözümsüzlüğe mâhkum ettiğinin bilincinde. Buradan da dolaylı olarak Türkiye açısından neredeyse trajik bir sonuç çıkıyor ortaya: AB'nin 1993 Kopenhag Zirvesi'nde belirlediği resmi üyelik kriterlerine tam uyum gösterilse de AB'den kaynaklanan siyasi nedenlerle Türkiye'nin üyeliği gerçekleşmeyebilecektir. AB'nin mevcut siyasi konjonktüründe bu olasılık üyeliğin kabulünden çok daha kuvvetli bir seçenek olarak karşımızda duruyor.
Peki bu, çözümsüzlük karşısında Türkiye ne yapabilir? Hükümet hem iç politikaya yönelik uygulamalarla hem de AB ile olan ilişkilerinde kritik diplomatik fırsatları değerlendirerek tıkanmış AB sürecini biraz olsun lehine çevirebilir. Atılacak adımlar Türkiye'yi AB üyesi yapmaya yetmez elbet; son kertede Türkiye'nin üyeliği üye devletlerin her birinin - hatta gerekli görüldüğü takdirde referandum opsiyonu kullanılarak bu devletlerin halklarının da - mutlak siyasi onayına bağlı. Ancak bu Türkiye'nin AB'ye karşı eli kolu bağlı olduğu anlamına da gelmiyor.
Birincisi, AB'nin demokratikleşme konusundaki taleplerini Türkiye'nin aşırı savunmacı bir tutumla karşılamaktan kaçınması gerekiyor. Komisyonun son raporunda öne çıkan basın özgürlüğü konusundaki uyarılarını hükümet kanadının "Türk basını tarihin en özgür ve demokratik dönemini yaşıyor" tarzında bir üslupla yanıtlaması yerinde bir yaklaşım olmaktan uzak. Baştan kestirip atmak yerine öne sürülen demokrasi eksikliklerinin önce objektif bir değerlendirmeye tabi tutulması ardından da gerekli görüldüğü ölçüde demokratik önlemlerin alınması yapılacak en mantıklı şey olacaktır. Bu sayede Türkiye'nin Hırvatistan gibi kendisine kıyasla müzakere sürecinde hızlı ilerleme kaydetmiş olan mevcut AB adayları arasında "demokratikleşmeye ayak direyen AB adayı" imajından kurtulması mümkün olabilecektir. Aksi takdirde, AB-Türkiye ilişkilerinin hali hazırdaki çözümsüzlüğüne çözümsüzlükle karşılık vermek AB içindeki Türkiye karşıtlarının elini daha fazla güçlendirmekten başka işe yaramaz.
İkincisi, Türkiye'nin diplomatik açıdan AB'ye karşı kartlarını artık çok iyi kullanması gerekiyor. Hükümet AB'nin Türkiye'ye karşı izlediği ayrımcı politikayı eleştirirken retoriğin ötesine geçip somut dış politika hamlelerini devreye sokarak müzakere sürecini pekala canlandırabilir. Türkiye şimdiye kadar bu tarz AB politikalarının meşru olmadığını AB kanallarına iletmekle yetindi. Ancak bu retoriğin AB üzerinde etkili olmak açısından yeterli olmadığı apaçık ortada. Dolayısıyla hükümetin daha "agresif" dış politika adımlarını gündemine alması gerekiyor.
Örneğin, Türkiye'nin NATO'daki varlığı AB tarafından kendisine dayatılan tartışmalı müzakere koşullarını dengelemek için kullanılabilir. 2006'dan beri çözümsüzlüğe itilmiş olan Türk limanlarının Güney Kıbrıs'a açılması meselesi ya da son zamanlarda AB'nin üyelik açısından belirleyici olan "iyi komşuluk ilişkileri" kriteri kapsamında değerlendirdiği Güney Kıbrıs'a karşı Türkiye'nin Doğu Akdeniz'de gaz arama çalışmaları diplomatik açıdan fırsata dönüştürülebilirdi. Bu konular Malatya Kürecik'e kurulacak olan NATO'nun erken uyarı radar sistemiyle ilişkilendirilebilirdi. Türkiye NATO'nun karar mekanizması içindeki söz hakkını sonuna kadar kullanarak radara vereceği onayı AB'nin bu konulardaki taleplerini en azından yumuşatması koşuluna bağlayabilirdi. CHP milletvekili Onur Öymen'in de son zamanlarda belirttiği gibi bu bağlamda önemli bir diplomatik fırsat da 2009'da kaçırılmıştı. O tarihte Fransa'nın NATO'nun askeri kanadına dönüşünü Türkiye taahhütsüz kabul etti. Oysa bu kabul Fransa Cumhurbaşkanı Sarkozy'nin Türkiye'nin tam üyeliği konusundaki çekincelerinden kısmen de olsa vazgeçmesi ya da en azından kritik müzakere başlıklarının açılmasını veto etmemesi koşuluna bağlanabilirdi.
Türkiye-AB ilişkileri tarihinin belki de en zor döneminden geçiyor. Ancak somut iç ve dış politika hamleleriyle tıkanmış üyelik süreci biraz olsun canlandırılabilir. Tabi eğer hükümet AB ile olan ilişkileri ve üyelik perspektifini hala eskisi kadar önemsiyorsa.