Artık hepimiz Keynesyeniz
Orhan AKIŞIK
"Artık hepimiz Keynesyeniz". ABD'nin 37. Başkanı Richard Nixon, 2. Dünya Savaşı'ndan hemen sonra başlayıp 1970'li yılların başına kadar süren çeyrek asırlık hızlı ekonomik büyüme dönemini 1971 yılında bu sözcüklerle tanımlamıştı. Gerçekten de, kapitalizmin altın dönemi olarak adlandırabilecek bu dönemin en büyük özelliği, kapitalist blokta yer alan birçok ülkenin Keynesyen politikalar sayesinde istikrarlı bir şekilde büyümeleriydi. O zamanlar sosyalist kalkınma modelini uygulayan Çin hariç, halen dünyanın en büyük üç ekonomisi olma unvanını
elinde tutan ABD, Japonya ve Almanya 25 yıllık bu periyotta sırasıyla yıl bazında kişi başına ortalama yüzde 2,2, 8,2 ve 5,7 oranında büyüme sağlamışlardı. 70'li yılların ortalarına doğru petrol fiyatlarındaki artış sonrası ortaya çıkan resesyon ve o zamana değin enflasyon ve resesyonun bir arada olamayacağı görüşünün aksine artan fiyatlar, Keynesyen düşüncenin zayıflayarak yerini parasal akıma bırakmasıyla sonuçlandı. Öncülüğünü Chicago Üniversitesi'nden Milton Friedman'ın yaptığı parasal iktisatçılara göre, ekonomik sorunların temelinde devletin ekonomiye müdahalesi ve esnek olmayan fiyat yapısı yer almaktaydı.
Dolayısıyla, devletin ekonomiden çekilmesi ve ekonomik hayata yön veren düzenleme ve kuralların tamamıyla kaldırılması halinde, büyümenin yolu da kendiliğinden açılacaktı. Bu görüşün işgücü piyasası üzerindeki yansıması, asgari ücret uygulamasının kaldırılması, sendikaların gücünün kırılması ve işsizlik yardımlarının olabildiğince azaltılması şeklinde özetlenebilir. Geride bıraktığımız otuz yıllık bir döneme damgasını vuran bu akımın politik alandaki önde gelen uygulamacıları arasında ABD'de Reagan, İngiltere'de ise Thatcher yönetimlerinin özel bir yeri var. Özelleştirme programlarıyla devletin ekonomideki işlevini
asgariye indirmenin yanı sıra, mal ve hizmet piyasalarından finansal piyasalara varıncaya kadar tüm piyasalardaki düzenlemeleri kaldırarak, ekonomileri korunmasız hale getiren bu düşüncenin yaşanan krizde payının olduğunu söylemeye gerek yok.
Ünlü İngiliz iktisatçısı J. Maynard Keynes'in ekonomik teoriye katkısı, kamu harcamalarının ekonomileri resesyondan çıkarmadaki başarısını ispat etmesi olarak bilinir. Keynes'e göre, resesyon ortamında tüketim ve yatırım harcamalarının azalmasından doğacak boşluğu doldurmada devlete büyük görev düşmektedir.
Keynes, 1936 yılında yayımlanan "İstihdam, Faiz ve Paranın Genel Teorisi" adlı eserinde yatırımların faiz ve ücretler dışında beklentilerden de büyük ölçüde etkilendiğini vurguluyor. Bir başka deyişle, faiz ve ücretler ne ölçüde düşük olursa olsunlar, iş dünyasının ekonominin performansına ilişkin beklentisi olumlu yönde değişmedikçe, yatırımları ve dolayısıyla da talebi artırmak mümkün değil. Zira, malını pazarlama konusunda şüphe eden işletme sahibi bunu neden üretsin ki? Bu son kriz, bu gerçeği bir kez daha ortaya koydu. Başta ABD olmak üzere birçok
ülkede, merkez bankaları tarafından para arzı, faizler sıfır düzeyine düşene kadar artırılmasına rağmen yatırımlarda bir artış sağlanamadı. Demek ki, parasal iktisatçıların iddia ettiği gibi, salt gevşek para politikaları uygulamakla derin krizleri sona erdirmek mümkün olmuyor. Milyar dolarlara ulaşan devlet harcamaları olmasaydı, krizin sona ereceğini kim söyleyebilirdi?
Genişleyici para politikasının krizi sona erdirmedeki yetersizliği karşısında, ABD Merkez Bankası Başkanı Bernanke bile, kamu harcamalarının artırılması gerektiğini vurgulamak zorunda kalmıştı.
Klasik ekonomi kuramına nazaran, Keynesyen ekolün Avrupa'nın aksine Amerika'da fazla rağbet görmemesinin önemli nedenlerinden biri, İkinci Dünya Savaşı'nın ertesinde bu ülkedeki komünizm karşıtı görüşlerin etkinlik kazanmasıdır. Ekonominin yönetiminde devlete tanınan rol, bazılarınca Keynesyen düşüncenin özünde Marksizm'e dayandığı şeklinde yorumlanmıştı. Benzer görüşler, geçtiğimiz kriz döneminde de zaman zaman ortaya atıldı. Çökmenin eşiğine gelen şirketleri kurtarmak ve resesyonu sona erdirmek amacıyla devlet harcamalarının artırılması - ki bunların bir bölümü önceki yönetim tarafından planlanmasına rağmen - bazı kesimlerce Başkan Obama'nın, devletin büyümesi ve vergilerin artırılmasını savunan demokratlardan farklı olarak, Marksist düşünceye yakın olduğu iddialarının ortaya atılmasına yol açmıştı. Fakat, tam tersine Keynesyen düşünce ve açık bütçe harcamalarına dayanan politikaların amacı, kapitalist sistemin zafiyetini gidermekten, onu ayakta tutmaktan başka bir şey değil.
Parasal iktisatçılara göre, ekonomi tüm düzenlemelerden arındırılıp, piyasalarda fiyatların tamamen arz ve talep koşullarına göre belirlenmesi halinde, uzun dönemde ücret ve fiyatların düşmesi sonucu makroekonomik denge tekrar sağlanacak, bir başka deyişle ekonomi kendiliğinden tam istihdam denge düzeyine dönecektir. Peki, bu "uzun dönemin" geçmesi ne kadar zaman alacak? Bu konuda, suskunluk hala sürüyor. Esasen, Keynes'in görüşlerine karşı çıkanların hesaba katmadığı bir şey var. O da, Keynesyen analizin kısa dönemi ilgilendirmesi. Yoksa, uzun dönemde bunun ulaştığı sonuçlar açısından klasik iktisat öğretisinden bir farkı yok. Keynes'in de, bizzat belirttiği gibi, parasalcıların aksine "cari sorunların çözümünde uzun dönem yanıltıcı bir rehberdir, zira uzun dönemde hiç birimiz hayatta olmayacağız".