Avrupa Birliği ile olan ilişkiler yeni bir düzleme taşınabilir mi?

YAYINLAMA
GÜNCELLEME

Tulu GÜMÜŞTEKİN / CPS Genel Müdürü

Türkiye, AB ile müzakere masasında oturan ve tam üyelik için çalışmalarını son safhaya taşıma aşamasında olan bir aday ülke olsa da, herhangi bir aday ülke olmadığımız sıklıkla hatırlatılmakta, AB'de varolan, yetkisi olan ya da olmayan çeşitli düzeydeki sorumlular Türkiye'nin üyeliğinin hiçbir zaman gerçekleşmeyeceğini dönemsel olarak tekrarlamaktan sıkıntı duymamaktadırlar. Bu cümleyi, geniş zaman ile yazarak hiçbir şeyin değişmek arifesinde olmadığı görünümü verilebilirdi. Ancak, dünyada ve bölgemizde son gelişmeler, Türkiye'nin içinde doğrudan bulunduğu uluslararası ilişkilerde yaşanan değişiklikler, cümleyi belki "di"li geçmiş zamanını kullanarak değiştirmek gereğini hissettiriyor.

Türkiye, işin en başından bu yana, Avrupa bütünleşmesi içinde yer alabilmek için çok ciddi çaba sarfetmek zorunda kaldı. Hemen her defasında, ilişkiler kopma noktasına geldiğinde, genellikle AB tarafı bu sorumluluğu almaya cesaret edemeyerek bir adım attı ve 1959'dan bugüne dek, üyelik ile sonuçlanmayı başaramayan, ancak tüm olumsuzluklara rağmen kopmayan bir yaşam biçimi oluşturduk.

Üyelik müzakereleri, bu yaşam biçiminin olabilecek en son aşaması olacakmış gibi duruyor. Bunun bir dizi nedeni var. En önemli nedeni, Türkiye'nin 1996 yılında Gümrük Birliği'ni tamamlayarak "tek pazar" ile gerçek bir uyum içine girmesi, giderek bu sisteme daha fazla yaklaşması, sistemin "üyelik olmaksızın ortaklık" sınırlarını iyice zorlar hale gelmesidir. Avrupa Birliği sistemine bu denli taraf olup, üyelik istememek Türkiye boyutlarında ve gelişme seviyesinde bir ekonomi için mümkün değildir. İzlanda, Norveç ve İsviçre gibi son derece gelişmiş, çok az nüfusa sahip ülkeler bile, son finansal kriz dolayısı ile AB dışında kalmanın bedelinin ne olacağını kara kara düşünürlerken, Türkiye'nin "üyelik" olmayan bir statü içinde tutulmasının mümkün olamayacağı artık iyice belirginleşmiştir. Böylelikle, "imtiyazlı ortaklık" türü demagojik yaklaşımların da kullanılmayacağı bir döneme girdiğimizi varsayabiliriz.

İkinci önemli neden, Türkiye'nin ve AB'nin dışında gelişen uluslararası dinamiklerde, Türkiye'nin giderek artan ve etkili duruma gelen rolünün, ilişkilerimizi ciddi biçimde etkilemeye başlamasıdır. Kafkasya'da Rusya ve Gürcistan çatışmasında, AB'nin başarı hanesine yazabileceği ateşkes girişimi, Türkiye'nin aynı dönemde aynı düzeyde ilişkiler ve görüşmeler sayesinde yapabildiklerinden çok daha fazla etkili olamamıştır. Benzer biçimde, İran ile ilişkiler, Suriye ile İsrail arasında dolaylı görüşmeler Türkiye'nin önemini vurgulamıştır. Ne var ki bu önem, sadece Türkiye'nin "bölgesel bir güç" olmasının altını çizdiğinden ötürü AB ile ilişkilerimize etki yapmamaktadır. Esas can alıcı nokta, Türkiye, uluslararası ilişkilerde ideal bir "Avrupalı" ülke tutumu almakta, özgün konumu ve yapısı itibarı ile bu "Avrupalılığı" AB'nin hiç tahmin etmediği bir etkinlikle ihraç edebilmektedir. Son beş yılda dış politikada yaşanan gelişmeler, özellikle son altı ayda atılan Ermenistan gezisi, BM Güvenlik Konseyi üyeliği, Kuzey Irak bölgesel yönetimi ile temaslar gibi adımlar, AB'nin "istikrar ihraç etme" politikasını Türkiye'nin bölgesinde çok etkin biçimde uyguladığı

Gerçeğini gözler önüne sermiştir.

Üçüncü neden, temel olarak Türkiye'nin AB ile ilişkilerini zaman içinde bozan ve çok ciddi bir sorun olarak tüm dış ilişkilerimizde hareket akanımızı kısıtlayan Kıbrıs sorunundaki gelişmelerdir. Dünyadaki değişimler, özellikle Kosova'nın ABD ve AB tarafından bir "protektora" haline getirilmesi, Rusya'nın son çatışmadan Güney Osetya'yı ve Abhazya'yı ayrı birer bağımsız devlet olarak tanıması, Kıbrıs'taki bölünmüşlüğün varidatını yiyerek yaşamaya alışmış Güney Kıbrıs Rum Yönetimini çok ciddi biçimde sıkıştırmaktadır. Annan Planı'ndan bu yana, kabul edilebilir bir çözüm peşinde olan ve bu konuda ciddi adımlar atana KKTC ve Türkiye, Kıbrıs'taki ikili görüşmeler sonucunda bir uzlaşma platformunu geçerli hale getirebilirler ise, AB ile ilişkilerimizdeki en önemli engel de fiilen ortadan kalkmış olacaktır.

Bütün bu gelişmeler, AB'nin her aday ülke için ele aldığı "ilerleme raporu"na yansımış mıdır? Nihai olmayan taslak üzerinden yapılan çalışmalar ve değerlendirmeler, AB içinde bu konuda çok ciddi bir tavır değişikliğinin oluşmaya başladığına işaret etmektedir. Ancak "ilerleme raporu"nun ne olduğu ve bunun kim tarafından ne için hazırlandığını unutmamakta yarar vardır. Birincisi, bu raporlar, aday ülkenin Avrupa Birliği müktesebatına sağladığı uyum derecesini saptamak, sosyal, ekonomik ve siyasi yaşam anlamında genel bir değerlendirmesini yapmak için yazılır. Kaleme alan Avrupa Komisyonu'dur, yani konsey tarafından almış olduğu görev çerçevesinde, AB'nin icra organı olan komisyon, temel olarak güvenilir bulduğu kaynaklardan ve kendi saptamalarından oluşan bir değerlendirme hazırlar. Bu değerlendirmeler, ciddi bir siyasi eleştiri boyutu taşısalar da, kendi başlarına bir karar oluşturmazlar. Karar değişikliği, hele hele üyelik aşamasında bir ülke için karar değişikliği, oy birliği ile konsey üyeleri, yani AB üyesi ülkelerin tüm temsilcileri tarafından alınacaktır. Dolayısıyla, komisyon'un hazırladığı bu rapor, aralık ayında gerçekelşecek olan zirvede, AB devlet ve hükümet başkanları tarafından kbul edilecek olan nihai bildiride siyasi ifadesini bulacaktır.

AB içindeki çok çeşitli dengelerin nasıl gözetileceği, Kıbrıs konusunda son dakikada nahoş sürprizler yaşanıp yaşanmayacağı, Türkiye'deki terör hareketlerinin ne kadar uluslararası plana yansıyacağı, ABD'de yeni seçimlerin yaratacağı ivmenin nasıl bir işlev göreceği, tüm bu unsurlar AB'nin zirve kararını etkileyecektir. Ancak bu zirve kararı, altı ayda bir tekrarlanan AB zirvelerinden sadece bir tanesi olacak, geleceğimiz için çok belirgin çizgiler çizmese dahi, varolan eğilimi teyit edecek veya güçlendirecek bir rol oynayacaktır. Varolan eğilim ise, çok daha sağlam temeller üzerinde yükselen bir "kader ortaklığıdır". Zirve kararının nasıl çıkacağı, bu olumlu gidişatı tersine çevirecek bir rol oynamayacaktır.

Son rapor, Türkiye-AB ilişkilerinde yeni bir "karşılıklı kabullenme" döneminin başlangıcı olabilir. Ancak komisyonun "stratejik belge" adını verdiği dokümanda, tüm AB gelişmesini değerlendirirken söylediği gibi, AB kamuoyu genişlemenin faziletlerini anlamış ve kabullenmiş gibi durmamaktadır. Bunun aşılması da, Türkiye'nin yeni AB mimarisinde kendisine yer bulması açısından son derece önemli olacaktır.