Ekonomik kriz, Keynes ve IMF (I)
Hüseyin Perviz PUR / Yeminli Mali Müşavir
Yazıma Eren Yayınevi'nde 2007 yılında yayınlanan Varlık Vergisi ve Azınlıklar kitabımın 124. sayfasından başlıyorum.
"Osmanlı İmparatorluğu'nun çöküşünü bir-iki sayfaya sığdırmamız olası değil. Osmanlı, İngiliz, Rusya, İspanya, Portekiz, Hollanda imparatorlukları yıkıldı. Bu imparatorluklar içinde borçtan dolayı batan tek imparatorluk Osmanlı'dır. Bunun nedeni sömürgeci, talancı olamadığı ve kaynakları toplayamadığı içindir. Atatürk, Osmanlı İmparatorluğu'nun içinden yetişmiş bir asker olarak siyasi ve ekonomik çöküşü irdelemiş ve bu yüzden batı ile ilişkilerini mesafeli tutmuştur. 20. yüzyılda bir ABD imparatorluğu dönemi başlamıştır. İmparatorlukları yıkan olgu savaştır. ABD'nin kaynaklarının ne kadar dayanacağını gelecek gösterecektir."
Amerika Birleşik Devletleri'ndeki krizin sebebi Afganistan ve Irak'ta askeri harcamalardaki kaynak kullanımındandır. Kullanılan kaynakların karşılığı alamamıştır.
Keynesyen teorisinin doğuşu
ABD, I. Dünya Savaşı'na İngiltere'nin dayanılmaz ısrarı ile girmiş, savaş sonunda hiçbir ekonomik getiri elde edememişti.
Ancak bu kez Avrupa'da rejimler değişmiş, özellikle Almanya, Fransa, İngiltere'de sanayi devrimi tamamlanmış bu ülkelerin milli gelirleri artmıştı. Rus İmparatorluğu yıkılmış, yerine eskisinden daha güçlü, Sovyet Sosyalist Cumhuriyet Birliği kurularak, ekonomik ve ideolojik rejimini Avrupa'ya yaymaya uğraşıyordu. Rejimin fikir babaları Avrupalı idi. Bu olgu onlara cesaret veriyordu. Görüşlerinde yanıldıklarını anladıklarında savaşlarda insanlarını yitirmiş oldular. Avrupa'daki kapitalist gelişmenin boyutunu Çarlık Rusya'sının gösterişli ancak gelişmemiş ekonomi koşulları ile karıştırmışlardı.
Avrupa'da Rusya dahil büyük bir potansiyel pazar oluşmuştu. Avrupa'dan yüzde 50 daha gelişmiş bir ekonomik gücü olan ABD için aranan bir pazardı. Ekonomide üretim durma aşamasına gelmişti. ABD'leri 18. yüzyılda kurulduğunda Avrupa 16. yüzyıldan 18. yüzyıla kadar geçen iki asırda dünyanın varsıl kaynaklarına ulaşarak sömürge imparatorluklarını genişletmişlerdi. ABD ise bu yarışa geç girdiğinden Avrupa ABD'nin emperyalist gücüne en uygun sömürge idi. Ve öyle de oldu. Ayrıca II. Dünya Savaşı'nın birinciden farkı sanayi devriminin geliştirdiği "motorlu yaşam"ın ana girdisi "petrol kaynakları bu savaşta tek hedef" olmuştu. Fransa bu gelişmelerden tamamen uzak durmuştu. Daha doğru bir tanımla İngiltere yüzyıllar öncesinden kalan intikam duygusu ile engel olmuştur.
John Maynard Keynes ve Bretton Woods
Fransa sesini; ABD ve İngiltere'ye karşı savaş bittikten sonra duyurabildi. Almanya'nın yeniden kalkınmasının kömür-çelik sanayii olduğu biliniyordu. Avrupa'nın bu varsıl kaynaklarının ABD ve İngiltere'nin eline geçmemesi için Almanya ile beraber kurdukları kömür-çelik birliğine İngiltere'yi sokmamış, üç yıl kapıda bekletmişti. Devlet Başkanı General De Gaulle 25 Mart 1957 yılında Fransa, F.Almanya, Belçika, İtalya ve Lüksemburg tarafından kurulan Avrupa Birliği'ne İngiltere'nin üç kez yaptığı başvuruyu reddettirmişti. İngiltere kuruluşa 16 yıl sonra girebilmişti. ABD'nin II. Dünya Savaşı sonunda Avrupa'ya yerleşmesinde Fransa, İngiltere'yi suçluyor ve cezalandırıyordu. Ancak ABD ise ekonomisinin gereğinin yerine getirdiği emperyalist kuralları uyguluyordu. Avrupa, Adolf Hitler'den kurtulmasının bedelini ABD'ye ödemeye mecburdu.
I. Dünya Savaşı sonrası ve 1929 ekonomik krizinde başlayan ekonomideki değişimler, sosyal yapıları zorlarken sorunlara çare arayan bilim adamları ortaya çıkmaya başladı. Bunların içinde en etkili olanı İngilizler'in ünlü iktisatçısı John Maynard Keynes (1883-1946) idi.
John Maynard Keynes 1883 yılında doğmuş 1946 yılında, Avrupa yaşam ortalamasına göre erken sayılabilecek 63 yaşında kan pıhtısının kalp damarını tıkaması sonucunda ölmüştü.
J.M.Keynes'e 1940 yılında Baron unvanı verilmiş, 1946 yılında da Kraliyet Yararlılık Nişanı ve Kraliyet Topluluk Üyesi olarak kabul edilmişti. Dürüst onurlu yaşamında sosyalist olmadığı kesindi. Ancak Eton ve Cambridge Üniversitesi'ne bağlı King's Collage'de iktisat öğrenimi ile birlikte matematik ve felsefe eğitimi almıştı. Marx, Engels ve Hegel'in görüşlerini çok iyi biliyordu.
Keynes o tarihten sonra yeniden okunmaya, değişik yönlerde okutulmaya başlandı. "Bırakınız yapsınlar, bırakınız geçsinler" gibi bir nevi sihirli bir el ile ekonomide dengenin kendi kendini düzenleyeceğini savunan Adam Smith, Malthus, J.B Say, Ricardo gibi klasik iktisatçıların "Klasik ve Neo-Klasik" (1776-1930) dönemlerinin görüşlerine karşı çıkarak Keynesyen ekonomi ile kapitalizmin sınırsız gelişmesinin gelecekteki yaratacağı sorunları görerek "sosyal demokrat" dengeyi sağlayacak ekonomik düzeni buldu ve savundu.
Onların görüşlerinin "ilahiliğini" kabul etmeyerek "arz ve talebin" kendiliğinden işleyemeyeceğini arz ve talebin milli gelire bağlı olduğunu, milli gelir değişimlerinin de "tam istihdam, faiz ve paranın genel teorisi" ile oluştuğunu savunuyordu. Özetle devlet kriz geçene kadar ekonomiye müdahale edecekti.
Arz ve talep arasındaki ilişkinin kendiliğinden değil tüketim eğilimi, yatırım gereği sonucu talep hacminin tespit edilebileceğinin bağlantılarının saptanmasının tamamen matematik kurallar ile yönlendirileceğini ve ülke ekonomisinde geleceğin görülebileceğini savunmuştu. Bu yönlendirmeyi devlet yapacaktı. Ancak bunun "devletçilik" olarak devamlılığı olmayacaktı.
Gelecekte dünya ekonomik krizlerinin toplu olarak çıkması halinde en güçlü ekonomilerin dahi bundan etkileneceğini, bunun için önceden ekonomik dayanışma kurulları ile dünya ekonomisinin kontrolünün bu topluluklara üye olan devletlerin yapmasını önerdi. İktisat bilimcileri Keynes'in teorisinin adına neo-liberalizm (küresel ekonomi) adını verdiler. Bu önerisindeki ısrarlı davranış ve mücadelesi on dört (1930-1944) yıl sürmüştü. Dünyadaki bilim adamları bu hesaplamayı yapamadıklarından onun önerilerini bir nevi Nostradamus'un düşleri gibi görüyorlardı.
J.M.Keynes, gelir dağılımındaki eşitsizliği gidermek ve kriz geçtikten sonra mükelleflere peyder pey iade edilmek üzere "aşırı özel alım gücünü" zorunlu tasarruf adıyla "Genel Varlık Vergisi" olarak alınmasını önerdi.
II. Dünya Savaşı'nın başlarında Almanya'yı destekleyen Amerika Birleşik Devletleri, Almanya'nın savaş planını Rusya ve komünizmi yok etmek yerine Yahudiler'e İngiltere ve Avrupa'ya çevirmesi üzerine savaşa girdi. Çünkü ABD'nin tüm çıkarı Avrupa pazarı üzerine saptanmıştı. ABD'de ekonomi, bilim ve politikada güçlü Yahudi çoğunluğu vardı, her türlü devlet kararlarında etkin olabiliyorlardı.
1929 dünya krizinden en fazla etkilenen ABD'leri idi. Ancak FED (ABD Merkez Bankası) krize müdahalede çok geç kaldığında ekonomik krizin boyutu hızla gelişti. Bundan dolayı 2008 krizindeki FED ile devlet yönetimi "acil müdahale planı" uyguladı. 1944 yılından sonra devlet ve de özellikle Federal Merkez Bankası ekonominin yönlendirilmesinde etkin rol oynayarak kurulmasına önayak oldukları Dünya Bankası ve Uluslararası Para Fonu (IMF) gibi kuruluşlarla tüm dünyanın öncelikle de Avrupa'nın yeni patronu oldu.
ABD, 1929-1930 ekonomik krizini atlatmış, sanayi devrimini tamamlamış dış ticaret dengesini oturtarak Merkez Bankasının kasasını altın rezervi ile doldurmuştu.
Sanayi gelişimini; demir-çelik makine ve silah üretimine yönlendirmiş, bir nebze varsıl kaynaklarını kullanacak veya diğer bir tanımla satacak yer arıyordu. I. Dünya Savaşı'nda eline, avucuna sığdıramayıp kaçırdığı Avrupa'yı; iç ve dış baskılar sonunda demokrasi; "soykırım ve bağımsızlık kurtarıcısı" olarak tam istediği tanımlarla Avrupa'yı emperyalist gücüne katmak üzere savaşa girdi.
Fransa; Almanya'ya karşı savaşta hiçbir güç ve direnme gösterisinde bulunmadı. Ordusu dağılmış, komutanları Fransa'dan kaçmıştı. Kurdukları beton savunma duvarı Alman top ve tanklarına dayanamayınca savaştan çekildi. Almanya'ya derhal teslim oldu. Fransa, İngiltere ve onun arkasındaki ABD'den hoşlanmıyordu. Bu görüşüne karşı bir seçeneği olmadığı gibi tüm savaşın yönetiminin ABD'nin komutasına verilmesine de sesini çıkaramamıştı.
Yirmi, yirmi beş yıl sonrası ekonomik süreçte olabilecekleri saptamak, anlatmak, savunmak en kötüsü bunları anlayabilecek seviyede ekonomist bilim adamı bulabilmek zordu ve Keynes yalnız kalmıştı. Keynesçi ekolü oluşturulsa bile Bretton-Woods görüşmelerinde ABD'nin karşısında yalnız bırakılmış, kendi eli ile hazırladığı projesinin başkasına devredilmesine kendi devleti İngiltere bile ses çıkaramamıştı.
1950 ile 1970 yılları arasında Keynesyen teorisyenler çıktı. Bu yıllarda gerçek ekonominin işlevsel temelleri atılmaya başlamıştı. 1936 yılında "istihdam, faiz ve paranın genel teorisi" adlı eseri ile Keynes, 1929-1930 ekonomik krizinin çıkış nedenlerini açıkladığında, krizden kurtulma yöntemlerini de sundu.
Bu modellerden ilki; bir yatırım ve kalkınma bankası ile ayrıca dünya parasını yönlendirecek vakfın kurulması idi. Banka parayı verecek vakıf borç alacak veya borçlu ülkelerin denetimini yapacaktı.
Devam edecek
II. Dünya Savaşı sonrası J.M.Keynes "Para Reformu Üzerine El Kitabı" adlı eserinde Dünya'da altın standardını savaş öncesi seviyesine çıkartmaya çalışan ABD ile çatışıyordu. Ekonomik durumu bozulmuş dış ticaret açığı veren ülkelere dış ticaret fazlası ülkelerden borç verme sistemini öneren Keynes "Bancor" isimli bir ortalama para biriminin bu uluslararası para kurumunda kullanılmasını önerdiğinde; ABD kendi Federal Merkez Bankası'nın banka yetkilisi "White"ın önerisi olan altın esasını üye ülkelere kabul ettirerek White planını uygulanmaya başlatmıştı.138 Keynes'in yıllarca uğraştığı sistem bir günde "White Planı" adı ile değiştirildi. ABD'nin bu planı altın rezervlerinin eritilmesine kadar devam etti.
Amerika Birleşik Devletleri; 1944 yılında II. Dünya Savaşı'na katılan öncelikle Avrupa'dan olmak üzere 44 dünya ülkesi devlet adamları ve ülkelerin ekonomistlerini ABD'nin New Hampshine kentinin Bretton Woods kasabasında bir ekonomik konferansta topladı. Bu konferans sonunda imzalanan anlaşmalar sonucu iki kurumun kurulması kararlaştırıldı. Bunlardan birincisi asıl resmi adı "Milletlerarası İmar ve Kalkınma Bankası" olan "Dünya Bankası" diğeri "Uluslararası Para Fonu (IMF)" idi. Bu anlaşmalar "Bretton Woods anlaşmaları" olarak Dünya Ekonomi Tarihinde yerini aldı.
Dünya Bankası, 1945 yılında Birleşmiş Milletler'in bir uluslararası kurumu oldu. Bankanın en önemli görevleri;
- Avrupa ve Japonya'nın harp sonrası imar ve kalkınmasını destekleyecek kredileri vermek,
- Yabancı yatırımları destekleyerek bu ülkelerdeki kaynakların gelişmesine katkı sağlamak,
- Savaşa katılmamakla beraber gelişmişlik sürecini tamamlayamamış ülkelere kredi vermekti.
- Banka bu kredileri ülkelerle yapılacak finansal kurumlarla görüşmeler sonucu verecekti, finansal kurumlarla görüşülmeden sadece ülkelerle resmi görüşmeler yapılacak, anlaşmalarda Dünya Bankası, Birleşmiş Milletler'in bir yan kuruluşu olarak yer alacaktı.
- Bu konferansta olayları yönlendiren ABD idi. Konferans tamamen harp sonrası ulusların ödemeler dengesini ve sermaye dönüşümünü akıcı bir düzene sokmak ancak bu düzeni sağlayacak ve gelişecek olan devletin ekonomisi ABD ekonomisine bağlı olacaktı. Buna Sovyetler dışında kimsenin sesi çıkamıyordu. ABD, Sovyetler'e böyle bir teklifi dahi götürmedi. Tartışılan en önemli konu bu dengelemelerde ödemelerin nasıl yapılacağı idi.
İki görüş çatıştı. İngiltere'nin Keynes Planı olarak "nakit paradan ziyade kaydi para birimini kullanarak geniş bir uluslararası takası gerçekleştirmekti." "Kaydi para" bu transferler aşamasında kendi içinde oluşturacağı dönme hızı ile üretken bir model olacaktı.
İngiltere'nin "Keynes Planı" adını verdiği bu modelde ısrar etmesinin tek nedeni savaş nedeniyle altın stoklarının tükenmiş olması idi.
ABD ise "Keynes Planı"na karşın "White planı" adlı bir model sundu. ABD Hazine Genel Müdürlüğü'nden White'ın geliştirdiği bu planda "kaydi para"nın yerine nakdi bir sistem olarak altın esasına dönülmesini önermekteydi. ABD'nin savaş sonrası diğer ülkelerle kıyaslanmayacak düzeyde altın stokları çok artmıştı, bunu değerlendirerek yüksek kazanç sağlayabilirdi. Bu altın esaslı para biriminin uluslararası kullanılarak çevrilmesi gerekiyordu. Bu para birimi şüphesiz ABD Doları olacaktı. Ve bu uluslararası doların dönme sistemini FED (ABD Merkez Bankası) yönlendirecekti.
Konferansa katılan diğer üye devletlerin nakdi sermayeye gereksinimleri olduğundan "White Planı"nın uygulanmasına karar verildi. Dünya Bankası'nın fonksiyonu bu kredilerin verilmesi ile bitiyordu. Genelde proje bazında kalkınma ve yatırım olarak katkı sağlıyordu. Bankanın kredi kullanımında ülkelerin hükümranlık haklarına müdahalesi ekonomik kriterler ile sınırlı bile olsa hoşgörü ile karşılanamazdı. Toplantıya katılan üye ülkelerin katılacağı bir "ekonomik vakıf" bu işlevi görebilirdi.
Vakfın bankadan çok değişik bir fonksiyonu olacaktı. Krediyi kullanan ülkenin ekonomik ve hatta gerekirse sosyal denetimi ve yönlendirilmesi kredi öncesi ve kullanım süreci aşamalarında vakıf tarafından yapılacaktı. Bunun için krediler vakfın önerileri doğrultusundaki programın uygulama aşamalarında gelişim sürecine göreceli olarak parça parça verilecekti.
Yaşamı boyunca ABD'lerinin iktisatçı ve yöneticileri ile çatışan ve onları küçük gören Keynes'in dediği günümüzde kabul edilmiştir. Onun önerdiği sistemdeki gibi para biriminin adı "bancor" olmasa da SDR (Özel Çekme Hakkı - Special Darwing Rights) para birimi olarak kullanılmaktadır. SDR ABD Doları, Avrupa Eurosu, İngiliz Sterling ve Japon Yeni'nin belli ölçülerde karışımından oluşmaktadır.
SDR (Özel Çekme Hakkı) 1968 yılında tüm IMF üyelerinin kabul onayı ile 1969 yılından itibaren altın-döviz sistemi bırakılarak uygulanmaya başladı.
Bunun başlıca nedeni ABD'nin altın rezervleri karşılığı dünya piyasasında dolaşan dolar 1960 öncesi değerini özellikle Avrupa'da kaybetmeye başlayınca ödemeler dengesi açıklarını ABD altın rezervlerini bozarak döviz satın aldı. Dövize güveni sağlamak zorunda kalmıştı. Özetlersek Keynes'in ısrarla istediği, söylediği ölümünden çeyrek asır sonra gerçekleşmişti. Ancak kendi projesine başkasının ismini vererek, üstelik söylediklerinin tam aksini uygulayarak onu devre dışı bırakmaları onurunu kırmıştı. Sonunda haklı olduğu anlaşıldı. Ancak o bu mutluluğu göremedi. Gerçeği görenler ise; ona karşı çıkan ekonomi bilimi adamları idi.
1944 yılında 44 devletin katılımı ile kurulan IMF'ye 1970 yılında 116, günümüzde ise 188 üye ülke bulunmaktadır. Türkiye 1947 yılında üye olmuştur.
Türkiye'nin üyeliğine en büyük etken II. Dünya Savaşı'nda elde ettiği ve ayrıca müttefiklerce (ABD, İngiltere, Fransa) savaşa katılma bedeli olarak verilen devletlerle (Polonya, Macaristan, Bulgaristan, Kıyı Baltık ülkeleri, Doğu Almanya gibi) yeraltı, yerüstü kaynakları Asya ve Avrupa'da Sovyet Sosyalist Cumhuriyetler Birliği adını alarak ayrı bir imparatorluk kuran Rusya'dır. SSCB, Avrupa'dan aldığı sömürge devletlerle yetinmeyerek, "Çarlık Rusya"sının değişmez hedefi boğazları ve Doğu Anadolu'yu Türkiye Cumhuriyeti'nden resmen istemesi diktatör Stalin'in bu isteklerini müttefiklere de iletmesi, savaşa girmediği halde dünya ekonomisindeki bozukluk ve yokluklardan iyice hırpalanmış altı asırlık bir yok olma sürecinden çıkmayı başararak ayakları üstünde durmaya çalışan Türkiye'yi zor durumda bırakmıştı.
Zamanın Devlet Başkanı İsmet İnönü Paşa ikiye bölünmüş dünyada batıyı seçerek Rusya'ya karşı ülkesini korumuştu. Bunun arkasından kurulan NATO'ya üye olarak Türk askeri Kore'de ABD'nin yanında savaşarak bedel ödemeye başladı.
1990 yılı sonrası Sovyetler Birliği'nin dağılması sonucu dünya ekonomisinin kontrolü tamamen ABD'nin eline geçmiş oldu. Özellikle Avrupa ve Japonya ile Kore ve diğer Asya ülkelerine savaş sonrası yapılan kredi yardımları ABD'nin dünyadaki finansman gücünü artırdı. Buna bağlı politik etkinliğinin artmasında Dünya Bankası ile IMF birlikteliğinin katkısı çok oldu.
ABD; dünya ülkelerini Dünya Bankası ve IMF ile borçlandırırken savaş sonrası sempati ile kendisine bağlamak için ayrıca karşılıksız "Marshall Yardımı" yapıyordu. Marshall yardımı bir pazarlama tekniği idi. ABD'lerinin sanayi yatırım ürünleri tanıtılıyordu. Örneğin ve de özellikle kamyon, kamyonet, oto lastiği bedelsiz olarak devlet kurumlarına ve askeriyeye veriliyordu. Bedelsiz kamyon, otobüs, oto ve aksamları kara yolu taşımacılığı ve inşaatı ile petrol, yedek parça satışlarını başlattı. Karayolu inşaatı, petrol ve oto aksamı; Türk ekonomisini borçlandıran en büyük etken oldu. Toplu taşımacılık ile deniz ve demiryolları politikaları terk edilmişti.
IMF'nin borç verme koşulları
IMF'den borç alabilmenin birinci unsuru koşulların ülkelerce yerine getirilmesidir. Bu koşullar borç alan ülkelerin ekonomik ve hatta sosyal durumuna göre değişmektedir.
IMF, Dünya Bankası gibi kredi verme kurumu değildir. Kredi verme işlevi o devletin IMF'nin öne sürdüğü koşulların yerine getirilmesi ile gerçekleşebilmektedir. Kredi talep edildiğinde doğrudan doğruya bir nakit akımının oluşması olayı IMF ile çalışma koşullarında yoktur. Dünya Bankası'ndan en önemli farkı budur. IMF kredi talep eden ülkelere borç vermeden önce uzun bir inceleme devresi geçer. Bu dönem sonunda yapılması ön koşul olarak tanımlanan bazı taleplerde bulunur. Bu koşullar ülkelerin iç işleri ile ekonomik ve sosyal reformların yapılması dahil çok çeşitlidir. Hatta o kadar şaşırtıcı olanları kullanılmıştır ki, bunun nasıl yorumlanabileceğine karar veremediğimiz durumlar yaratabilmektedir.
Örneğin; "Memurlar ve kamu yöneticileri için ahlaki görev ve uygulama esaslarının oluşturulmasına ilişkin yasal düzenleme" yapısal kriteri olan bu koşul 2002 yılından itibaren tüm niyet mektuplarında yer almaktadır. Sonunda yasal düzenleme Türkiye Büyük Millet Meclisi'nde Haziran/2004 tarihinde yerine getirilmiştir.
O kadar açık ve net bir tanım ki, bunu bir devleti temsil edenler niyet mektubuna konulmasını nasıl kabullenebilir ve bunun için kanun çıkartılma çabasına girerek devletin temelini teşkil eden kamu görevlisini ve dolaylı olarak "Türk Devleti"ni düşürdüğü pozisyonu anlayamamış olmaları mümkün müdür? Bu kadar küçük düşürücü bir koşulu kabul edebilmeleri ve yüce meclise bunu sunmaları ve kabul ettirmeleri asla kabul edilemez.
IMF tarafından öne sürülen koşullar, IMF tarafından hazırlanan programlarının düzenlenmesine bağlı idi. Bu programlar borç isteyen ülkelerin kamu maliyesi, para ve ödemeler dengesine uygun "finansal programlama" ile parasal artış ve kamu açıklarına bağlı "performans kriterleri" ile tespit ediliyor ve bu kriterler kullanılarak ülkede uygulanan ekonomik programlar izleniyordu. Borcun bütünü dilimlere ayrılıyor, yazılı olarak belge vererek (niyet mektubu) kabul edilen performans kriterlerinin izlenme sonuç raporuna göre borç dilimlerinde serbest kullanım hakkı IMF tarafından tanınıyordu. Böylece ülke IMF'nin tam bir denetimine girmiş oluyordu. Bu denetim kapsamının boyutu, ekonomik ve sosyal yapısındaki borç ödemeye uygun olmayan noktaların tespit edilerek IMF tarafından düzeltme kriterlerinin programlanması ve o ülkenin bu program direktiflerini yazılı olarak yapmayı kabul etmesi ile yoğunlaşıyor veya normal düzeyde kalıyordu.
"Stand-by düzenlemesi" terimi en çok kullanılan bir tümcedir. Bu sözcük dizisinin İngilizce anlamı; ülke kaynaklarının gerektiğinde kullanıma uygun olduğunun belgelendirilmesidir.
"Stand-by" kaynaklarının mevcut olduğunun belgesinin verilmesi için IMF ağır koşullar öne sürmektedir. Bir ülkenin "borcunu ödeyebilir durumdadır" diyebilmenin ağır sorumluluğunu yüklendiğinde gerçekten o ülkenin tüm ekonomik kurumlarının politikasına el atmakta, bu politikaları yönlendirebilecek kurum yetersizliği tespitinde yeniden yapılandırma projeleri devreye girmekte, kurumların yetkileri yetersiz kaldığında bunun yerine getirilmesi için gerekli hukuksal desteklerin sağlanması talep edilmekte veya bazı yetkilerin kurumlar arasında değişiminin yapılmasını veya eksik kurumların oluşumunun yerine getirilmesi önerilmektedir.
Dar bir çerçeve olarak çizdiğimiz bu tablodaki değişimler yeni kanunların çıkarılmasını, yürürlüktekilerde saptanan değişikliklerin yapılmasını veya amacından uzaklaştırılmış olanların yeni baştan yazılmasına kadar varan bir erkin fon tarafından kullanılmasını gerektirmektedir.
IMF ile ilgili olarak; devamlı tenkit ettiğimiz Türkiye tarım politikasına müdahaleleri idi. Devletin çiftçiye verdiği desteklerin kaldırılması tarım ve hayvancılık üretimini sekteye uğratmış, bu yanlış politika iç göçü hızlandırmıştı. Çiftçiye tarım alanı kadar "Doğrudan gelir Desteği" verilirken, üretim hiçbir şekilde şart koşulmadığından tarım ve hayvancılığımızı yok edilmiştir. Nüfusumuzun yüzde 35'inin geçimi tarım sektörüdür. Milli gelirin bölgesel dağılımında uçurumlar meydana gelmiştir. Doğu ve güneydoğunun ekonomik ve sosyal sorunlarının acil ancak planlı çözümünün ülkemizin geleceğine sağlayacağı katkısı tartışılamaz.
Ekonomimizin gelişme hızının düşmemesi, artması için ulusal sermayenin oluşmasına gereksinimi olacaktır. Yatırımcı olmayan yabancı sermaye kalıcı olamaz. Ülkedeki güven ortamı yabancı sermayeye kalıcılığı sağlayan en önemli öğedir. IMF ve Dünya Bankası ve AB el ele vererek tarımda ve üretimde tüm sübvansiyonların kaldırılmasını ön koşul olarak dikte ettiler ve tüm teşvik ve yatırım indirimi istisnaları kalktı. Ayrıca, Avrupa Birliği'nin "Gümrük Birliği" anlaşması ile gümrük vergisinin sanayi mamulü ile tüm Türkiye'de üretilenler serbestçe yurda ithal edilerek sanayi yok edildi.
Yabancı sermaye genellikle önceleri finans sektöründe yerlerini alırlar. Haklı olarak; ülkenin iç, dış ve ekonomik politikalarına güvenleri geldikçe üretici sektörlere kayacaklardır. Türkiye onlar için daha çok ürettiklerini tüketecek sosyal yapıya sahiptir. 70 milyonluk nüfusun 50 milyonu tam tüketici genç bir sosyal yapıdan oluşuyor. Bu sosyal yapının milli gelirden alacağı pay arttıkça hızlı bir trend ile gayri safi milli hasılanın artışı ivme kazanacaktır. Bu hız ulusal sermayenin daha dengeli dağılımını oluşturarak ülkenin genel boyutundaki bölgeler arazi yaşam seviyesinin dengesizliğini azaltacaktır.
Tarım sektörü sermayenin büyük bölümünün araziye bağlanmasını gerektirdiğinden yabancı sermayenin en son yatırım yapacağı sektör tarım sektörüdür.
Sanayi yatırımlarının durdurulması yetmiyormuş gibi karşımıza Avrupa Birliği'nin tarım politikası çıktı. Müzakere sürecinde en sıkıntısını çekeceğimiz konu "Türkiye Tarım Politikası" olacaktır. Avrupa Birliği tarıma kapalı verimsiz alanların kazanılması için 4,5 milyar Euro yatırımın gerekli olduğunu, diğer Avrupa Birliği ülkelerinin tarımı ile aynı seviyeye gelebilmemizin faturasının 7 milyar Euro olduğunu Türkiye tarım raporunda yazdılar. Bizim bu toplulukta yer almamızda AB'nin bize 11,5 milyar Euro kredi vermeleri gerekeceğini, bu maddi katkının şu anda ellerinde olamadığını açık ve net söylediler.
Toprağa bağlanan sermaye yatırımın devamlılığı ile ilgili karar alınmasında engelleyici öğeler taşır. Bundan dolayı bu sektörde özellikle "Bölgesel ulusal" sermaye yatırım yapacaktır. "Bölgesel ulusal sermayeler" yatırımlarını yaptıklarında özellikle organik tarım ürünleri ihracat pazarında yerini alacak, hayvancılıkta büyük boşluk bölgesel ulusal sermayenin en verimli yatırım alanı olacak, daha sonra tüm ürünleri değerlendiren sanayi sektörü gelişecek. "Bölgesel ulusal Sermayeler" olarak tarım ile uğraşanların toprak mülkiyetini devretmeden ortaklık kurarak işletme kurmaları da önerdiğimiz bir diğer modeldir.
Dünya bor maden rezervinin yüzde 72'si Türkiye'dedir. Bu maden; cep telefonu, seyyar telsiz, dizüstü bilgisayar gibi modern teknoloji, enerji kaynağı olarak, sağlık sektöründe; kanser, prostat, kemik erimeleri, mantar hastalıklarının tedavisinde, çok sert ve iki bin derecenin üstünde eriyen toz olduğundan silah sanayinde, sulandırıldığında petrolün yerine yakıt olarak, kullanılmaktadır. Ülkemizdeki rezervin parasal değeri saptanamamaktadır. Bunun nedeni; teknoloji geliştikçe değeri artmaktadır.
Bu değerli madenin en büyük alıcısı ABD'dir. Maden dış ülkelerde doğadan çıkarıldığı gibi işlenmemiş halde çok ucuza taş, toprak fiyatına satılmaktadır.
Önce hazır mamul var ise mamul olarak yok ise işlenmemiş olarak yüksek bir fiyatla satılmalı veya hiç satılmamalıdır.
Bugüne değin Türkiye bor madenlerinin işlenmemiş olarak satılmasından çok zararlı etmiştir. Ancak bu ibrenin bize dönmesinin süreci gelmiştir.
Nitekim, mamul olarak işlenerek satılma başladığında "bor mineralleri"nin insan sağlığına zarar maddeler olarak kabul edilerek satışı engellenmek istenmiştir. Bu engellemenin zamanlamasına dikkat ederseniz, Türkiye madeni işlemeye başlayıp, pahalı satmaya başlayarak yüksek gelir elde ettiğinde ortaya çıkmıştır. Ne yaparlarsa yapsınlar artık toprak altında tohum patlamış, filizler hudutlarımızı aşmaya başlamıştır. Genç yatırımcıların hızını hiç kimse kesemez. Ekonomik savaşa girdiler, artık onları ne biz ne Avrupa nede dünya ülkelerinin durdurması olanaksızdır. Ataları Orta-Asya'dan binlerce kilometre yolu at sırtında büyük bir cesaretle nasıl Avrupa'ya gelmeyi başardı ise onlarda tüm dünyaya genç Türk müteşebbisleri devamı olarak dağılacaklardır. Ve de dağılmışlardır. Örneğin sadece Balkan ülkelerinde yapılan sanayi yatırımlarının toplamı 2 milyar doları aşmıştır.
Keynes teorisinin genel açılımında ekonomik krizle mücadelede devletin harcama yaparak özel sektörü canlandırırken, diğer taraftan mali politikalarla vergi uygulamaları önermektedir.
Günümüz hükümeti bu uygulamaya geç kalmadan başlamıştır.
Keynes'in neo-liberalizm doktrini ekonomilerin ulusallıktan çıkarak küreselleşmeye değişimini önermektedir. IMF ve Dünya Bankası bunun ilk adımı olarak yer almaktadır.
Son yapılan G-8 toplantısında ülke sayısının G-20 olması ve ülkemizin de bu gelişmiş ve gelişmekte olan ülkeler arasında yer alması Türkiye'nin ekonomik geleceğinin aydınlık olduğunun göstergesidir.
Mali politika olarak vergi indirimleri veya vergi teşvikleri kullanılmaktadır. 13.11.2008 tarih ve 5811 sayılı kanunun gerekçesinde anlamlı bir yorum yer almaktadır.
"Ülkemizde uzun yıllar boyunca kalıcı güven ve istikrarın sağlanamamış olması nedeniyle milli servet unsurlarından bir kısmı yurtdışına çıkarılmış olup, varlıkların yurtdışına çıkarılmasında, kambiyo mevzuatında yer alan hükümler, Türkiye'de mevcut olan ağır vergi yükü yurtdışında uygulanan teşvikler ve sağlanan imkanlar da etkin olmuştur.
2001 yılında yaşanan derin ekonomik krize rağmen, makroekonomik programların kararlı bir şekilde uygulanması sonucu, ekonomi sürekli bir büyüme ortamına kavuşturulmuş, enflasyon düşürülmüş, kamu açıkları kontrol altına alınarak kamu borçlarının sürdürülebilirliği sağlanmış ve ekonomide karar alıcılar için hayati önem taşıyan kalıcı güven ve istikrar ortamı tesis edilmiştir.
Varlıkların Türkiye dışına çıkarılmasına yol açan etkenlerden siyasi ve ekonomik istikrarsızlık faktörleri giderilmiştir."
Türkiye, 2008 krizini çok üstünde durarak mücadele ettiğimiz "kayıt dışı" ekonomisini ürkütmeden kullanabilir veya daha açık tanımla kayıt içine alabilirse atlatacaktır.
Bundan dolayı 5811 sayılı kanunun birçok işverenin önerdiği gibi beyan usulünün olmaması ve vergi alınmasının yer almaması ülkemiz ekonomisine büyük katkı sağlardı.