Euro'nun düşüşü sürpriz değil

YAYINLAMA
GÜNCELLEME

Orhan AKIŞIK

Euro'nun geçen hafta dolar karşısında son dört yılın en düşük değerinden işlem görmesi ve piyasalarda düşüşün devam edeceğine ilişkin beklenti, yaklaşık on yıllık bir aradan sonra tekrar geniş çaplı bir müdahalenin yaklaşmakta olduğu söylentilerinin de artmasına yol açtı. Euro'nun dolar karşısında gerilemesine yol açan en önemli olgu, Yunanistan kaynaklı borç krizinin Birliğin yüksek borçlu diğer ülkeleri İspanya, Portekiz ve İrlanda'ya doğru yayılacağına ilişkin inanç. AB ülkeleri tarafından krizin kontrol altına alınması amacıyla uygulamaya konulan 1 trilyon dolar tutarındaki yardım paketinin de ortak para biriminden kaçışı önlemeye yetmediği görülüyor. Evet, Euro'daki düşüşün arkasında büyük ölçüde borç krizi yer almakta. Fakat büyüme hızları arasındaki farkın etkisini de ihmal etmemek gerekiyor. Bu yıl AB ekonomilerinde %1 civarında büyüme öngörülürken, ABD için tahmin edilen oran %3.5. AB ekonomilerinin bir türlü güçlü büyüme trendine girememeleri ortak para biriminin güçlenmesinin önündeki en büyük engellerden biri.

Euro'daki düşüş dünya ekonomisini nasıl etkiler ? Bunun, AB ülkeleri için açıkça dile getirilmese de arzu edilen bir gelişme olduğuna şüphe yok. Hatta bu, içinde bulunduğumuz yılda AB bölgesi için öngörülen büyüme rakamının yükselmesine de neden olabilir. Peki ya AB dışında kalan diğer ülkeler ? İhracatları ve ekonomik büyümelerinin sekteye uğrayacağı endişesini taşıyan bu gruptakiler için aynı şeyi söylemek zor. İsviçre Merkez Bankası tarafından geçen hafta yapılan Euro alımı bu endişenin bir sonucu. ABD'nin de benzer kaygılar içinde olduğu söylenebilir. 2000'li yılların başında Euro'daki değer kaybını önlemek için piyasalara müdahale gündeme geldiğinde, dönemin Hazine bakanı, şimdiki Beyaz Saray ekonomi danışmanı Larry Summers kategorik olarak bir müdahaleye karşı olmadığını, ancak ülkesinin çıkarının doların güçlü olmasını gerektirdiğini belirtmişti. Dünyanın en borçlu ülkesinin Hazine bakanından farklı bir açıklama yapması da zaten beklenemezdi. Bu düşüncenin günümüz ekonomik koşullarında geçerliliği olabilir mi ? Farklı bir ifadeyle, Çin'i uyguladığı döviz politikası nedeniyle sürekli suçlayan ABD, Euro'daki değer kaybına kayıtsız kalabilir mi ? Bu ABD açısından kolay bir karar olmasa gerek. Çünkü ABD ekonomisi büyüme trendine girmiş olsa bile, hala resesyon öncesi gelir seviyesinin altında. Bundan da önemlisi, işsizlik, ekonomik ve sosyal sorunlar arasında ağırlıklı yerini korumaya devam ediyor. Yani ekonomi henüz istenilen performansa ulaşmış değil. Kaldı ki, Euro'nun düşüşüne kayıtsız kalmak, Amerikan yönetiminin uzun bir zamandan beri hemen her fırsatta yinelediği küresel dengesizliğin giderilmesi gerektiği teziyle de çelişmekte. Bu yılın ilk çeyreğinde % 3.2 oranında büyüyen ABD ekonomisinde ithalatın büyüme hızının 2009'un son üç aylık dönemindekinin aksine ihracat artışının önüne geçtiği görülüyor. Bu, önlem alınmadığı taktirde ekonominin büyümesiyle birlikte ihracat-ithalat makasının süratle açılarak dış ticaret açığının resesyondan önceki seviyesine ulaşmasından başka bir anlama gelmez.

Euro'nun uluslararası rezerv para olarak dolara ciddi bir rakip olabilmesi AB ekonomisinin nispi büyüklüğü dışında, ekonomik istikrarın sürekliliği ve finansal piyasaların gelişmesine de bağlı.2007'den beri AB büyüklük açısından ABD'nin önüne geçmiş olsa da, diğer faktörlerin Tatmin edici düzeyde olduğunu söylemek güç.

AB ekonomilerinin kamu açıklarını azaltmayı hedefledikleri bu dönemde büyümenin

sürdürülmesi para politikasının gevşetilmesini gerektiriyor. Bugün yaşananlarla Euro'nun henüz dolaşıma girmediği 90'lı yılların sonlarındaki gelişmeler birbirine çok benzemekte. O dönemlere kısaca bir göz atmaya ne dersiniz ? 1990'ların sonuna doğru Avrupa Merkez Bankalarının önemli hedeflerinden biri, dolaşıma girmesi planlanan ortak para birimi Euro'nun kredilibilitesini sağlamaya yönelikti. Enflasyonist eğilimleri önlemek amacıyla para stokunun kontrolunu amaçlayan bu politika, ekonomik büyümeyi ve istihdam artışını hedefleyen özellikle Alman ve Fransız politikacılarının tepkisini çekmekte gecikmedi. Alman Sosyal Demokrat Partisi SPD'nin önde gelen isimlerinden, daha sonra Maliye Bakanı olarak ta görev yapan Oskar Lafontaine küresel ekonomik kriz döneminde faizlerde indirime gitmeyen Alman Merkez Bankası ve o zaman ki Başkanı Hans Tietmeyer'i sert bir biçimde eleştirmişti. Eleştirilerin odak noktasını ise, hisse senetleri piyasalarındaki istikrarsızlık ve ABD'de patlak veren hedge fon krizi dışında, güçlü bir Euro'nun Avrupa ülkelerinin ihracat potansiyelini sekteye uğratacak olması oluşturmaktaydı. Sıkı para politikasının büyümeyi frenleyeceği ve istihdam artışını önleyeceği görüşünün Fransız siyasileri tarafından da desteklendiğini belirtmeden geçmek doğru olmaz. Hatta büyüme karşıtı bu politikanın, o zamanlar oniki ülkeden oluşan Birlikten bazı ülkelerin kopmasına yol açacağı söylenmekteydi. Para politikasının ortak belirlendiği, maliye politikasının ise İstikrar antlaşması'yla sınırlandığı bu oluşumda yatırım ve istihdam artışı iki varsayımın gerçekleşmesine bağlanmıştı; aşağı doğru olabildiğince esnek ücretler ve işgücünün akışkanlığı. Derin bir resesyon sonrası ekonominin yeniden dengeye ulaşmasını amaçlayan bu model, şimdi Yunanistan başta olmak üzere Birliğin aşırı borçlu ülkelerinin önüne konulmuş

durumda. Bu, Euro'daki başaşağı gidişi önleyebilir mi; ne dersiniz?