Faizlerin yükseltilmesi ve yapısal sorunlar
B. Ali EŞİYOK / İktisatçı
Merkez Bankası’nın son günlerde doların yükselmesini önlemeye yönelik girişimlerine rağmen doların fiyatının 20.40’TL’ye dayanması, piyasada giderek belirginleşen bir kuşkuya ve panik havasına neden olmuş, Merkez Bankası salı günü olağanüstü “ara Para Politikası Kurulu”nu (PPK) toplayarak faiz artırımında radikal bir artışa gitmiştir. Buna göre marjinal faiz oranı %7.75’ten %12’ye yükseltilirken, bir haftalık repo faizini %4.5’ten %10’a ve gecelik borç verme faizini de %12’ye yükselterek önemli bir karara imza atmıştır. Her ne kadar son günlerde doların fiyatındaki artış 17 Aralık ve sonrasında gelişen süreçlerle ilişkilendirilse de doların fiyatındaki ani sıçramayı Türkiye’nin son yıllarda uyguladığı iktisat politikalarından bağımsız olarak değerlendirme imkânı bulunmamaktadır.
O halde konjonktürel hareketlerden bağımsız olarak, doların yükselişinin arkasındaki yapısal ögelerin çözümlenmesi ve esas olarak bu ögeler üzerinde yoğunlaşılması gerekir. Bilindiği gibi Türkiye 1989 yılında 32 Sayılı Karar ile sermaye hareketlerinin önündeki her türlü engeli kaldırmış, 1980’li yılların başından itibaren uygulanmaya konan ticaretin liberalizasyon politikalarını, mali liberalizasyon politikaları izlemiştir. Bu çerçevede Türkiye ekonomisi 1990’lı yıllarda ve daha belirgin olarak da 2000’li yıllardan itibaren uluslararası piyasalardaki dövizin bolluğundan ve düşük faizlerden yararlanmak için görece yüksek faiz, düşük kur (değerli TL) politikası izleyerek, önemli boyutlara varan kısa vadeli sermaye çekmiş, bu gelişme tüketimi ve büyümeyi beslemiştir. Ancak giderek artan sermaye girişleri TL’yi değerlendirip ithalatı teşvik ederken, dış ticaret açıkları kanalıyla cari açık üzerinde baskı oluşturmaya başlamış, bu gelişme Türkiye ekonomisini “kırılgan beşli” arasına ve istikrasız bir yapıya sürüklemiştir. Başka bir ifadeyle, doların son günlerde hızlı yükselmesinin arkasında Türkiye’nin özellikle 2000’li yıllarda uygulamaya koyduğu dış borçlara dayalı ve üretimden kopuk spekülatif büyüme modeli yatmaktadır. Özellikle FED’in tahvil alım programında azaltmaya gideceği ve uluslararası piyasalarda döviz bolluğunun sona ereceği ve bu gelişmelerden Türkiye’nin de içerisinde bulunacağı kırılgan beşlinin daha fazla etkileneceği beklentisi, döviz kurundaki yükselişin yapısal değil, tetikleyici unsurlarıdır.
Önemli risk: Finansal kesim dışındaki firmaların açık pozisyonları
2001 krizi ile birlikte bankacılık kesiminin aktif pasif yapılarının çok yakından izlendiği ve borçlanmalarının yakın takibe alındığı bilinmektedir. Oysa finansal kesim dışındaki şirketlerin dış borçlanması üzerine herhangi bir denetim mekanizması bulunmamaktadır. Finansal kesim dışındaki şirketler döviz kurunun ucuz olması nedeniyle aşırı borçlanmaya gitmekte ve dış borçları önemli ölçüde artmaktadır.Bu bağlamda Dolardaki ani yükselişin özellikle 2000’li yıllardan itibaren hızla dışarıdan borçlanan finansal kesim dışındaki şirketler için önemli riskler oluşturduğunu aşağıdaki tabloda izlemek mümkündür. Finansal kesim dışındaki firmaların 2003 yılında 48.7 milyar dolar olan yükümlülükleri izleyen yıllarda hızla artmaya başlamış, 2013ün ikinci çeyreğinde 251 milyar dolar gibi yüksek bir değere ulaşmıştır. Varlıkların yükümlülükleri karşılama oranı ise 2000’li yıllarda hızla aşınarak 2013’ün ikinci çeyreğinde %34.6’ ya gerilemiş, önemli bir kırılganlık kaynağına dönüşmüştür. Sonuç olarak, faizlerin yükseltilmesi (2000’li yıllar boyunca döviz kurunun ucuz olmasının da etkisiyle), finansal kesim dışındaki şirketlerin de aşırı borçlanmaya gitmiş olmalarının yarattığı döviz risklerini ve olası bir reel sektör krizini önlemek açısından ne kadar etkili olacaktır?. Döviz üretmeyen, kısa vadeli sermaye hareketlerine dayalı, değerli TL’nin etkisiyle ithalata bağımlı ve bu durumun giderek yapısal özellikler kazandığı bir ekonomide, faizlerin yükseltilmesi olsa olsa palyatif bir önlem olarak sorunların ertelenmesine yardımcı olacaktır. Oysa yapısal sorunlar tüm çıplaklığı ile karşımızda durmakta ve çözüm beklemektedir.