Girizgâh

YAYINLAMA
GÜNCELLEME

Doğan SELÇUK

90’lı yılların başındadır Dünya ile tanışıklığım. Ortaokuldaydım. Şimdiki gibi internetimiz, akıllı telefonlarımız yoktu. Top oynardık boş vakitlerimizde. Ve topumuz kaçardı Dünya Gazetesi’nin açık camlarından içeri. O zaman “Bizim Yokuş”ta idi gazete binası. Dünyadan bihaber olduğumuz zamanlardı. Ekonomi ile ilişkimiz Cem Yılmaz’ın para-çokomel eğrisini bilecek kadardı. Bildiğimiz tek banka da baba-banktı, ama okuduğumuz okul Osmanlı’nın Genel Borçlar İdaresi (Düyun-u Umumiye) binasında hizmet veriyordu. Yatılı fırlama adamlardık. Topumuz her kaçtığında “abi top top” diye bağırırdık. Kim bağırmamıştır ki?

Zaman hızla geçti, üniversite yıllarındaydım. Hepimizin mezun olduğu zaman havada kapılacağını, okuldan çıkar çıkmaz müdür yapılacağımızı sandığımız yıllardı. En azından ders kitaplarından anlayamadığımız soğuk teorilerin yerine sıcak ekonomi yazıları vardı. Ekonominin ders kitaplarından değil, hayatın içinden öğrenileceğini ‘öğrendiğimiz’ zamanlarda Dünya Gazetesi ile yine kesişti yollarımız.

Üzerinden yıllar geçti. Bu sefer ortaokul yıllarımızdaki aynı fırlamalıkla Dünya Gazetesi’nin kapısını bir daha çaldım. O zaman topumuzu verenler, şimdi de bana yazma fırsatı verdiler. Ben de merhum Nezih Demirkent’in Dünya Kitapları arasından çıkan Sayfa Sayfa Gazetecilik kitabında yer alan “Bunda Hikâye Nerede?” makalesinden esinlenerek yola çıktım.

Söz konusu makalede Daily Express gazetesinin ünlü editörü Beaverbrook’un, kendisine önerilen her yazı için aynı soruyu yönelttiğini yazıyordu: “Where is the story?...” Bunda hikâye nerede? “Bir yazının içinde hikâye yoksa onun gücü giderek azalmaktadır. Çünkü insanlar hayal dünyasında değil, olaylar içinde, olay yaratarak yaşamaktadırlar” diye yazmıştı merhum Demirkent bundan 35 yıl önce. İş dünyamızdan, işçisinden patronuna beyaz yakalısından üst düzey yöneticisine, her kesimin yaşadığı enteresan, kimi zaman komik kimi zaman trajikomik hikâyeleri yazmaya karar vermiştim üstelik. Gol gol diye bağırmak geldi içimden bir an.

İşte bu sütunda hep birlikte bizim hikâyemizi yazacağız, okuyacağız. Bazen bir plazanın camından uzaklara dalıp gideceğiz, bazen de bir atölyenin tozlu tezgâhını sileceğiz birlikte. Çalışanların derdine ortak olup, kahve molalarında birlikte geyik muhabbeti yapacağız.

İşlerden yaka silktiğimiz zamanlarda, beyaz yakalılar olarak beyin fırtınası yapacağız. Finansçılarla pazarlamacıların kavgasını ayırıp, hep birlikte müşteri memnuniyeti için çalışacağız. Hedefl eri tutturmak için sabahlara kadar Excel formülleri yazıp, en lazım olduğu zaman bozulan yazıcı ile boğuşacağız.

Toplantılardan ve iş yemeklerinden arta kalan zamanımızı ise kişisel gelişimimiz için harcayacağız.

Kısacası bunlar sizin hikâyeleriniz, bizim hikâyelerimiz...

Başlarken niyetine bir hikâye anlatmak istiyorum. İlk anekdotumuz sevgili hocam Ali İzzet Eken’den...

Çin’den seramik fincan alan Türk ithalatçı istediği fincanın örneğini kutuya koyup uçak kurye ile Çin’e yollamış ve siparişini vermiştir. Altmış gün sonra Haydarpaşa Gümrüğü’nde konteyneri açıp mallarına baktığında ne görsün?! Bütün fincanların kulpu aynı yerden “özenle kırılmış”. Çinli imalatçı gelen numunenin kulpunun kırık olduğunu, bu nedenle numunenin aynısının imal edildiğini söylemektedir. Kulpu gören Çinli yolda kırılmış olabileceğini düşünmeden imalatı aynen yapmıştır, olay aydınlanmıştır.

Bu hikâyeden de hareketle, kırık dökük kelimelerimle, umarım kimseyi kırıp dökmeden yazacağım bu sütunda. Kulp takmak da değil niyetim. Sürçü lisan edersem, şimdiden aff ola.