Global kriz, neye ve kime yaradı?
Hıdır O. TOKER / Bankacı
Kriz hiçbir şeye yaramadı. Çünkü ders alıcı bir yönü henüz anlaşılabilmiş değil. Felaketin artçı şokları devam ediyor. Kimse çatlaklarla dolu evine girip hasar tespiti yapamıyor, yıkık döküğü kaldıramıyor, binalarını güçlendirme cihetine gitmeye bile cesaret edemiyor. Şok hali, işin gerçeği anlaşıldıkça daha da ağırlaşıyor. Teşbihte hata olmayacak ise tedbir alma durumundakiler şiddetli yumruk yemiş boksörler gibi ringde gong çalmasını ve köşesine dönüp enselerine buz tamponu yapılacak saniyeleri bekliyorlar.
Maç sona erip etraf sakinleşince 'Finger Pointing' yani suçlu arama safhası gelecek ama kriz o kadar global ve anonim ki ne hata yapıldı keyfiyetini tespite ve suçluları işaret etmeye parmak sayısı yetmeyecek. Hele suçlular arasında kamunun en yetkili kimseleri de varsa… Kısacası kriz anonimdir ve böyle hallerde kolay kolay sorumlu tespiti yapılamaz.
Bu manada krizin, fakirleşme dışında pek bir şeye yaramayacağını rahatça söyleyebiliriz. Belki bundan sonraki murakabe yapılanmasında daha dikkatli olunacaktır. Ama dünya bankacılık tarihinin şimdiye kadar hep "What went wrong?" sorusuna cevap aradığını dikkat alırsak kötü giden ne oldu sorusuna bundan öncekilerde olduğu gibi pek açık bir cevap aranmayacaktır sanırız. Üzeri kapatılıp geçilecektir. Bizde olduğu gibi..
1966 yılından beri hizmet gördüğümüz bankacılık sektöründe, özellikle Amerikan bankacılığında 'Everything is/was overdone' gerçeğinin aksine rastlamamışızdır. Özellikle yeni ürünlerde. Hele yatırım bankacılığı aktivitesinin ağırlık kazanmasından sonra türev ürünlerden tutun, Mortgage Backed Securities'e kadar aklınıza ne gelirse hepsi bir yenilik olarak lanse edildi ve kontrol otoriteleri bunları denetleyemediler. Etrafında neler oluyor anlayamadıkları gibi anlamak da istemediler. Bu itibarla, bu krizin de bir şeye yaramayacağı aşikardır. Söylediklerimiz ilk nazarda pek pesimist bir bekleyiş intibaı verecektir ama göreceksiniz öyle olacaktır.
Peki, kriz kime yaradı?
Krizin kimlere yaradığı konusuna gelince. Amerika'da görevli bulunduğumuz on yıl zarfında, her sene güney eyaletlerini vuran birkaç 'Hurricane'e şahit olmuşuzdur. Bu durumda yetkililerin yaptığı ilk iş, Hurricane'nin çekirdeğine bir uçak yerleştirip dakikası dakikasına fırtınanın sür'atini yönünü nakletmek olur. Teşbihte hata olmayacaksa tıpkı bir maç nakli gibi anlatılırdı. Halen de öyledir.
Bize öyle geliyor ki Türkiye'de olan da budur. Açın belli başlı TV kanallarını, krizin tartışıldığı paneller, açık oturumlar göreceksiniz. İçinde elle tutulur tek söylenen şey, krizin Türkiye'ye ne kadar yakın olduğu hususuydu. Şimdi krizin içine girdik, tahribatı naklediliyor. Çözüm nedir, ne yapılmalı bunlara değinen yok. Aslında söylenecek fazla bir şey de yok. Aklı evvellerimiz, ekonominin falına bakıyorlar, o kadar. Yani fincanda görüneni anlatıyorlar. Ama fincanı biraz eğdiğinizde fal da yorum da değişebiliyor.
Kriz global. Panellerde konuşan iş adamları, bilim adamları ne yapsın, Hükümet ne yapsın. Konuya en gerçekçi yaklaşanlar Mahfi Eğilmez ile Ege Cansen gibi geliyor bize. Ama maç devam ediyor ve tabii ki maç nakli de. Krizin kimlere yaradığı sorusunun cevabı da burada: TV kanallarının, gazetelerin maç spikerlerine ödedikleri ücretin cesameti belli olursa bu konu da kendiliğinden açığa kavuşur..
Ama krizin en çok hükümete yaradığı muhakkaktır. Tabii siyasi açıdan. Yıllardır takip dilen yüksek faiz düşük kur politikası, süregelen cari açığı bir gün ekonomimizin başına bela edeceği belli idi. Yapılan bütün ikazlara rağmen hükümet bildiğini okumuş ve politikasını değiştirmemiştir. Allah'tan bu politika global kriz ile karşılaştı da hükümete "Ne yapalım, biz iyi gidiyorduk, cenabı Allah'ın takdiri böyle tecelli etti, global kriz geldi..." gibi bir mülahazanın arkasına sığınma imkanı verdi. Hani derler ya, anası Sayın Başbakanımız'ı Kadir Gecesi'nde doğurmuş olmalı…Tabii bu işin latife tarafı... Ama deyiş doğrudur.
Gelelim işin ciddi boyutuna
Evinizde yangın çıksa itfaiyenin dışında ilk yardım isteyeceğiniz kimseler komşularınızdır değil mi? Sizinle birlikte mahalleniz de yanıyorsa yapacağınız şey, iyice kısıtlanmış demektir. Ya dünya bütünüyle yanıyorsa ne olacak? Çaresizlikten, ateşin size sirayetini önlemekten başka alternatifiniz kalmıyor değil mi? Ama bu yangın alevler şeklinde gelmiyor. Yangın ekonomik.
Onun için önce büyüme stratejinizi ihracata dayalı bir politikaya bağlamışsanız ve malınızı alacak ülkelerde de yangın olduğuna göre, yapacağınız şey, sadece satabileceğiniz kadar üretmek ve orada durmaktır. Küçülen ihracat hacmi mecburen ara ve yatırım malları ithalatını daraltacaktır. Diğer bir tabirle, üretiminizi iç ve dış talep hacmi kadar yapacaksınız. Yani küçüleceksiniz.
Bu arada da eskiden beri satış yaptığınız pazarlara nasıl satışa devam edebileceğinizin yollarını arayacaksınız. Özellikle dayanıklı tüketim mallarınız ile otomotiv üretiminizi kredili yolla nasıl satabileceğinizi araştıracaksınız. Örneğin ürettiğiniz otomobilleri vadeli olarak satacaksanız, bunun şekil ve şartlarını aramanız gerekecektir. Acaba alıcının kabulünü havi bir poliçe, alıcı bankasının avali de alınarak poliçenin Türkiye de iskontosu yapılmak suretiyle üreticilere rahatlık sağlanabilir mi? Tabii Merkez Bankamız da bu poliçeleri reeskonta alacaksa. Hepsinden önemlisi Eximbank devreye girecekse. Bu ve buna benzer bir sürü yollar-ikili hesap- dahil, denenebilir.
Bu gayretlerin diğer ayağı ise iç talebin canlandırılmasıdır. Keynes'in çukur kazdırıp aynı çukuru tekrar dolduran işçiye ücret ödemekle iç talebi canlı tutma konusundaki teklifi dahil her yol denemelidir. Tabii buradaki çukur kazmaktan murat alt yapı yatırımlarıdır.
Yukarıda küçülmekten başka çare olmadığına değindik. Ama bu iş de kolay değildir. Zira küçülmek fakirleşmektir, işsizliktir. O yüzden işini kaybedip hepten gelirsiz kalmaktansa yarı ücretle çalışma konusunda işçiler ikna edilebilmelidirler. Bu konuda ikna edici güç sendikalardır. Hükümet bütün fonlarını bu yolda harekete geçirebilmelidir. Bu ise ikna edici bir sosyal mutabakatla mümkün olur. Mutabakatın başını Sayın Başbakan çekmelidir.
IMF'den ne bekleniyor?
Son olarak IMF meselesine de değinmekte fayda görürüz. Sağlayacağı kaynağın kullanım alanı ne şekilde sınırlanacaktır. Üretim yani büyüme maksadına matuf olacaksa, IMF'nin ürettiğimiz mallara talip de bulması gerekir-ki buna imkan yoktur. İç talebi canlandıracak bir sübvansiyon gibi kullanılacaksa o ayrı bir konu. Hasılı zor bir mesele IMF'nin devreye girmesi. Zira Global sorun talep yetersizliğidir. IMF'nin ise 'Al şu harçlığı istediğin gibi harca' diyecek hali olmayacağına göre, kullanım konusunda nasıl bir yol izlenecektir? IMF bir Eximbank da değil ki Türkiye'den mal alacak ülkeleri veya şahısları finanse etsin ve bu yolla üretim ve istihdam sağlansın. Bu mümkün olmayacağına göre en uygun yol, iç talebin canlandırılmasına yönelik kullanımdır. Bu yol, en azından toplumdaki bozulan morali yüksek tutacaktır. Ama dış borç ödemelerinin de ister istemez IMF kredisinden talebi olacaktır.
Sonuç
Muhtelif vesilelerle ifade etmişizdir. 1930'lardaki büyük krizden en az etkilenen ülkeler fakir ülkeler olmuşlardı. Zira kaybedecek fazla bir şeyleri yoktu. Ama bugün Türkiye'nin 150 milyar dolara yaklaşan ihracat hacmi, bunun dört katına yakın GNP'si vardır. Global krizin etkilerini ağır bir şekilde hissetmeye başlamıştır.
Sıkıntı ancak sanayicisi, işçisi hasılı mal ve hizmet üreten bütün kesimlerin dayanışmasıyla aşılabilir. Hem de milli bir seviyede.