Kriz riski veya ekonomideki kırılganlıklar
Prof. Dr. Güneri Akalın
Kriz, piyasalardaki dengesizliğe verilen addır. Doğal olarak piyasalar, denge arayışı içinde olan iktisadi örgütlenmelerdir. Mübadelenin devamı, ancak denge fiyatının oluşması halinde mümkündür. Eğer piyasalarda dengesizlik varsa veya piyasaların denge arayışı süreci uzarsa; Kriz söz konusudur: Krizin tanısı, iflaslar ve işsizlik ve nihayet daralma yani milli gelirdeki düşmedir. Türkiye’de iflaslar ve daralma olmamakla birlikte; işsizlikte belli bir artış olduğu anlaşılmaktadır. İktisat Teorisi’nde, krizlerin kaynağı konusunda iki farklı görüş vardır: İlki ve günümüzde liberallerin savunduğu krizin nedeni, piyasa dışından özellikle devletin para ve maliye politikası ile yaptığı müdahalelerdir. İkincisi ise; piyasanın tabiatında saklı olduğu iddia edilen, eksik tüketim veya tasarruf fazlası konusundaki; sırasıyla Marx ve Keynes’in görüşleridir.
Türkiye’nin durumunun, liberallerin tezine daha yakın olduğunu söylenebilir: Zira tasarruf fazlası veya eksik tüketim krizleri, gelişmiş kapitalist ekonomilerin arızalarıdır. Türkiye’deki Kriz riskini doğuran kırılganlıkların, üç kaynaktan beslendiği söylenebilir: (a) Piyasalaşma sürecinin tıkanması dolayısıyla piyasalar etkin işlememektedir: Planlama ve KİT’ler hala mevcuttur. (b) Devletin, maliye, para ve regülasyon politikalarıyla yaptığı müdahalelere, piyasa olumsuz tepki vermektedir.(c) Mevcut küresel kriz, “ihracat çekişli” ekonomimizi negatif etkilemektedir. Aslında yukarıda sayılan bu kırılganlıkların altında, kalkınan ülkelerin temel sorunu; sermaye kıtlığı yatmaktadır. Türkiye’de kriz riski doğuran kırılganlıkların şöyle sıralayabiliriz:
(1) Küresel kriz ile birlikte; kamu sektörünün ağırlığının artmasıyla tekrar planlı karma ekonomiye dönüş sezilmektedir.
(2) İktisadi fazlanın paylaşımında, vergi yükü veya genel devlet gelirleri, sürekli tasarruflar aleyhine artırıldığından tasarruf açığı yaratılmaktadır.
(4) Vergilerde artan oranlılık, faktör arzını kısmakta, yüksek ve farklı vasıtalı vergi oranları fiyat yapısını çarpıtmakta ve tasarrufların çifte vergilendirilmesi, cari açığı beslemektedir.
(3) Vergi mükellefi olmayan seçmen çoğunluğunun sürekli artırdığı kamu harcamaları, olağanüstü gelirlere ihtiyaç doğurmaktadır
(4) Bu olağan üstü gelirler: Özelleştirme hasılatı, 2B gelirleri, varlık ve vergi barışları, bedelli askerlik vb. uzun dönemde kesileceğinden; bütçede potansiyel açık vardır.
(5) Para piyasasında faizin baskılanması, döviz kurlarını artırmakta ve tasarruf hacmini daraltıp cari açık doğurmaktadır.
(6) KİT açıklarının yerini SGK açıklarının aldığı gözlenmektedir.
(7) Küreselleşme ile yitirilen mukayeseli avantajlarımızın, ara malı ithali ile giderilmeye çalışılması, ithalatı yapay artırmaktadır.
(8) Kadınların işgücüne katılımının yetersizliği nedeni ile beş yüz bin kadar yabancı kadın işçinin istihdamı ve bunlara döviz ile yapılan ödemeler, cari açığı büyütmektedir.
Bu dengesizliklere karşın: (a) Kamu borç stokunun % 35 düzeyine düşmüş olması, (b) Ayrıca faizin artırılmasının, kur üzerindeki devalüasyon baskısını azaltması, (c) düşük de olsa ekonominin büyümeye devamı ile; ekonomideki kırılganlıkların önlendiği iddia edilmektedir. Henüz yönünü belirlemekte tereddüt eden Türk Ekonomisi, piyasa ekonomisindeki kırılganlıklar ile önlemler paketinin oluşturduğu bu iki kuvvetin bileşkesi doğrultusunda ilerleyecektir: Büyüme hızı yükselirse refaha, büyüme hızı düşmeye devam ederse durgunluğa hatta krize yönelebilir.
Dolayısıyla öncü gösterge ise döviz kurudur. Döviz kuru, sermaye kıtlığı da dahil, Türk ekonomisindeki tüm kırılganlıkların temel göstergesidir. Kalkınan bir açık ekonomide döviz fiyatını belirleyen; ülkeler arası faiz farkları, verimlilik artışı ve cari açıktır. Ancak, kısa dönemde döviz kuru hangi yönde değişirse değişsin, uzun dönemde Türk ekonomisinin tarihi hastalığı olan sermaye kıtlığı, tam istihdama kadar sürecektir.
Sermaye kıtlığını yaratan bir başka kırılganlık, pozitif reel faize karşıtlıktır. Faiz karşıtlığı, öncelikle iç tasarrufları azalttığı ve daha sonra da döviz kuru üzerinde baskı yarattığı için yararsızdır: Zira doğal faizin oluşmadığı bir mali piyasada, denge fiyatı yok demektir: Malî piyasaların işletilmesi ve mevcudiyeti, doğal faiz haddinin oluşmasına bağlıdır. Faiz haddinin baskılanması ile hem tasarruf hacmi düşmekte; hem de yapay yatırım talebi, cari açığı artırmaktadır. Oysa aşırı yatırım, üretim fazlasını yani krizi davet eder. Hem Osmanlılar hem de SSCB, faiz karşıtlığı yüzünden, mali piyasalarını geliştirip, işletemediler: Sanayilerini finanse edemediler ve sonunda çöktüler. Nitekim faiz baskılandıkça sermaye kıtlığı artar, cari açık genişler ve döviz kurları yükselir.
Sonuç olarak piyasalaşmadaki tıkanmaların doğurduğu kırılganlıkların, 17 Aralık sonrasında su üstüne çıkması ile Türkiye, büyümede BRIC liginden koparak, üçüncü dünya ülkeleri ligine düştü: Eğer Türkiye tasarruf hacmini artırabilirse; bu düşüş kalıcı olmayabilir. Yoksa Türkiye’nin %2-3 lük düşük bir büyüme bandına yerleşeceğini söyleyebiliriz. Belki ileride ortaya çıkacak dış talep ile büyüme hızı “cari açıkla” birlikte yükselebilir: Fakat yüksek döviz kuru ve küresel faiz hadleri dolayısıyla cari açığın finansmanının, eskisi kadar kârlı olacağı da kuşkuludur. Dolayısıyla büyüme konusunda ki asıl sorunumuz, geçmişte “ithal ikameci büyüme modeli” nasıl döviz kıtlığı yani sermaye kıtlığı ile tıkanmış ise; günümüzdeki “ihracat çekişli büyüme modeli” de aynı nedenle tıkanma konumuna gelmiştir: Sermaye kıtlığını artıran politikalar, Kriz riski doğurur.