Kriz sonrası yeni bir dünya için değişim ihtiyacı
Serdar DURAT / Stratejist
2007 yılı son çeyreğinden itibaren ABD emlak sektöründe yaşanan sorunlar ile günlük hayatımıza giren subprime mortgage (ipotek sistemli emlak satışı) ve hedge fon (toksik varlıklar) gibi kavramlar kriz başlangıcının ilk emareleri olmuş ve sorun giderek ekonominin diğer alanlarına ve ABD dışına taşarak dünya geneline yayılmıştır. Başlangıçta özellikle finans sektöründe hissedilen kayıplar, kredi kanalları, likidite ve güven bunalımı nedenleri ile reel sektöre de yansımıştır.
Halen küresel anlamda ve giderek artan bir yoğunlukta devam eden kriz, artık sadece finans piyasalarındaki sarsıntı ve şiddetli erozyon ağırlıklı ekonomi bazında değil sosyolojik ve politik manada da ciddi tehlikeleri üretmeye başlamıştır. Mesele, yalnızca ekonomistlerin ve politikacıların çözebileceği bir sorun olmaktan çoktan çıkmış, 20. yüzyılın sonu itibarı ile dünyanın büyük bir bölümünde yaygın ve kabul görmüş sosyal düzeni, hukuk anlayışını, yönetim tarzlarını ve uluslararası ilişkileri belirleyen disiplinleri yeniden gözden geçirmek ihtiyacının kaçınılmaz olduğunu ortaya koymuştur.
Buradaki yeniden gözden geçirmek tabiri belki de yeterince belirleyici olamayabilir benim inancım radikal ve dramatik bir değişimin şart olduğu yönündedir. Öylesine cesur ve kapsamlı bir değişim yaşanmalı ki;
Tüm ezberlerin bozulacağı,
Çağın ve dünyanın bugünkü gerçeklerinin çok gerisinde kalmış olan tüm paradigmaların, kavram ve konseptlerin tamamen yeniden yazılacağı ve/veya tümden yeni kavram/konsept ve ideolojilerin geliştirileceği,
Düşünce sistematiğinin ve sorun çözme metodolojilerinin gerektiği biçimde revize edileceği bir süreç ivedilikle hayata geçirilmelidir.
Mevlana Celaleddini Rumi'nin dediği gibi "dün dünde kaldı cancağızım artık yeni bir şeyler söylemek lazım." Tabiatı ile yeni ve kabul edilebilir bir şeyler söyleyebilmek demek yeni stratejiler geliştirebilmek demektir.
Modern dünyanın egemen güçleri artık iki yüzlü ve çıkarcı politikalarını empoze etmek ve kitleleri peşlerinden sürüklemek konusunda aciziyet içine girmişlerdir. Başta teknoloji de ki gelişimler ve değişimler olmak üzere Bilgi çağı dinamikleri insanların alışkanlıklarını, temayüllerini ve tercihlerini derinden etkilemiştir. İnsanlar artık;
Daha çok sorgulayıcı, sosyal hayatın fırsat ve nimetlerinden daha fazla hak/pay talep edici, daha geniş özgürlük alanlarına kavuşmak üzere yönetimlere karşı daha baskıcı/başkaldırıcı olmuşlardır.
Bu başkaldırı ve sorgulama ile ilave refah ve özgürlükler talebi artık asayişi sağlama kapsamlı karşı baskılarla önlenemeyecek seviyelere ulaşmıştır.
Yaşanan krizin boyutları ve toplumların beka içgüdülü reaksiyonları şu ana kadar tedbir mahiyetinde ortaya konulan ve/veya uygulanan politikaların kesinlikle yeterince etkili ve toplumun tüm katmanlarını kapsayabilecek nitelikte olmadığını göstermektedir. Belki de klişe ahlak anlayışı tümden yenilenmeli ve sosyal hayat yeni bir disipline kavuşturulmalıdır.
Eğer toplumun genel refah düzeyinin yükselmesi, sosyal barış ve huzurun temini,olası anarşi ve sınıf çatışmalarının önü kesilmek isteniyorsa ; bahse konu bu yeni ahlak ve disiplin anlayışı ivedilikle, cesaretle ve yüksek sesle tartışılmaya başlanmalıdır.
Soyuttan somuta ve felsefeden pratik uygulamaya indirmek gerekirse kriz sonrası yeni bir anlayış ve düzenin tüm dünyaya hakim olacağı görüşümü muhafaza ettiğimi belirtmeliyim. Makro ekonomi, sosyoloji ve politika uzmanlık alanlarım olmadığı için ve had aşımı yapmamak hassasiyetim ile yazımın bundan sonraki bölümünde belirteceğim öneri ve düşüncelerimi stratejist sınırlarıma geri çekilerek ve temkinli olarak açıklamaya çalışacağım.
Geçen yüz yıl içinde ekonomik,siyasal ve sosyal hayatı şekillendiren/yönlendiren ve sonu ...izm ile biten (Kapitalizm, sosyalizm, komünizm, liberalizm, hümanizm ve nihayet globalizm gibi) kavram ve konseptler/ideolojiler bu beklenen yeni dünya düzeni doğrultusunda değişmeli ve/veya tamamen yok edilmeli, yerlerine yeni terminolojiler geliştirilmelidir. İşte bu kapsamda aşağıda madde başlıkları altında özetle ifade edilmeye çalışılan hususlar ne yapılması gerektiğine dair bazı samimi düşüncelerimi yansıtmaktadır.
Emek ve sermaye ilişkisini düzenleyen dinamikler yeniden tanımlanmalıdır. Maaş-ücret sistemi revize edilmeli, hisse-kâr paylaşımı gibi daha özendirici ve onore edici prosedürler geliştirilmelidir.
İstikrarlı bir fiyat politikasına sahip olunmalı ve bu politika doğrultusunda mal ve hizmetlerin el değiştirmesinde paranın yanı sıra geleneksel olmayan yeni mübadele enstrümanları yaratılmalıdır.
Yabancı sermaye akışında cazibe merkezi olabilmek için her türlü düzenleme tereddüt etmeden ve milli menfaatlerimizi saklı tutarak yapılmalıdır.
Yeryüzü doğal kaynaklarının kullanımı ve ticareti konusunda siyasi ve jeopolitik sınırların belirleyici etkisi gözden geçirilmeli ve genel bir mutabakat muhtırası şeklinde prensipler yeniden tanımlanmalıdır.
Dünya çapında açlık ve yoksulluk ile mücadele için daha adil, daha samimi ve daha gerçekçi işbirlikleri yapılmalı maddi ve manevi yük paylaşımına (Burden sharing) gidilmelidir.
Politik, ekonomik ve savunma içerikli pakt-fon- birlik vs. gibi kurum ve kuruluşların ortak çıkarlar doğrultusunda ve BM çatısı altında yeniden yapılanmaları ve misyon/vizyon bildirimlerinin gözden geçirilmesi planlanmalıdır.
21. yüzyılın ve kriz sonrası yeni dünyanın gerçeklerine uygun olarak yapılması gereken yasal düzenlemeler için cesur adımlar gecikmeden atılmalıdır.
Eğitim ve sağlık hizmetlerinin daha kapsayıcı,eşitlikçi bir anlayış ile tabana yayılması sağlanmalıdır.Bu amaçla özel bir seferberlik politikası ve strateji geliştirilmeli kaynakların tahsisinde bu konulara daha fazla önem ve öncelik verilmelidir. Birleşmiş Milletler insani gelişim raporunda; Türkiye'nin dünya kitap okuma sıralamasında Libya, Kongo,Tanzanya gibi ülkelerin arkasında 86. sırada yer aldığı gerçeği ve yine Türk kütüphaneciler derneğinin 2009 yılı istatistiklerine bakılıp da Türkiye'de sadece on binde bir kişinin düzenli kitap okuduğu bilgisi nazarı dikkate alındığında önerilen eğitim seferberliğinin gerekliliği daha iyi anlaşılabilir.
İstihdam olanaklarını ve kapasitesini artırmak maksadı ile sermaye-yatırım odaklı geleneksel ve kısıtlı çözümlerin dışında başka marjinal açılımlar sağlanmalı ve yeni teşvikler yaratılmalıdır. Bu cümleden olarak, mevcut pasta dan (gayri safi milli hasıla) pay kapmak isteyenlerin sayısını arttırmak değil pastayı büyütüp daha geniş bir paydaş kitlesi arasında bölüşülmesini sağlamak esas alınmalıdır. Kamu ve özel sektör bünyesindeki iş ve çalışma olanaklarının artırılması gayretlerinin yanı sıra bireysel müteşebbislik sisteminin/konseptinin geliştirilmesi/desteklenmesi düşünülmelidir. Bir başka deyişle; bireylerin kendi imkan ve kabiliyetleri doğrultusunda bir şekilde katma değeri ve ekonomisi olabilecek her türlü mal ve hizmeti üreterek sosyal hayata aktif olarak müdahil olmalarını sağlamak gerekir. Bu amaca yönelik olarak basit-temel sertifika eğitim programları yaygınlaştırılmalı ve vasıfsız insan kitlelerine muhtelif beceriler kazandırılmalıdır. Bu şekilde atıl iş gücünün ekonominin dışında kalması engellenebilir ve en azından moral desteği ve umut yaratarak sosyal barışa katkı ve zaman içinde refah artışı sağlanabilir.
Ekonominin canlanması için, mümkün mertebe rekabetin yıpratıcı etkilerinden uzak kalabilecek çekişmesiz yeni pazar alanları yaratılmalıdır.
Bankacılık sisteminin yeniden gözden geçirilmesi, yapısal ve fonksiyonel özelliklerinin, etik prensiplerinin yeniden tanımlanması gerekli görülmektedir. Özellikle risk ölçümü konusunda bankaların daha rasyonel ve makul standartlar geliştirmesi ve alınan risklerin ödeme stratejilerine yansıtılabileceği yeni çıkış yolları bulması önem arz etmektedir. İnternet ve basın odaklı bilgilere göre 2008 yılı sonu itibarı ile Türkiye de toplam 45 adet banka faaliyet göstermektedir. Bu bankaların 21'inin sermayesinin yüzde 50'den fazlası yabancı kişi ve kurumlara aittir. Geçen son beş yıl içinde finansal kurumlara 28 milyar dolarlık doğrudan yabancı yatırım yapılmış olup bu rakam Türkiye ye yapılan toplam yatırımların yüzde 46'sını oluşturmaktadır. En son verilere bakıldığında Türkiye'de bankacılık sektörünün sermaye yeterlilik rasyosunun yüzde 17.8'de bulunduğu anlaşılmaktadır. 2008 sonu itibarı ile bankacılık aktiflerinin milli gelire oranı yaklaşık yüzde 77 seviyesinde bulunmaktadır oysa AB ülkelerinde bu oran yüzde 280'dir. Bahse konu bu oranlar Türkiye'de bankacılık sektörünün daha kat etmesi gereken çok mesafe olduğunu göstermektedir. Kriz ortamında dahi fon ihtiyacı devam eden işletmelerin bu ihtiyaçlarını en uygun şekilde karşılayabilecekleri kurumları yine bankalar oluşturmaktadır. Fon gereksinimini karşılayan ve üretim faaliyetlerini sürdürebilen işletmeler ülke ekonomisine ciddi katkılar sağlamaktadırlar. Bu açıdan bakıldığında bankalar hem işletmelerin devamlılıklarını sürdürmeleri ve tabiatı ile ülke ekonomisinin gelişmesi açısından büyük önem taşımaktadırlar.
Vergi sisteminin ekonomiye ivme kazandıracak ve bireysel müteşebbislik iştahını besleyebilecek şekilde ıslah edilmesi zarureti vardır. Bu revizyon özgürlük alanlarını da genişletebilecek bir anlayışla ve ivedilikle yapılmalıdır.
Başta geleneksel Türk aile yapısı olmak üzere sosyal yapımızın değişmesi ve eli ayağı tutan normal akıl sağlığına sahip her yaş ve cinsiyetteki bireylerin bir şekilde üretime katılması teşvik edilmelidir.
Din, ırk, politik tandans ve etnisite gibi özellikler bağlayıcı ve birleştirici olmaktan çıkarılmalı, müreffeh ve özgür bir yaşam için bir arada var olma bilinci geliştirilmelidir.