Krizin sorumlusu Amerikanvari kapitalizm anlayışı mı?
Orhan AKIŞIK
Birçok ülkenin ekonomik ve sosyal yapısında yarattığı tahribat, daha uzun yıllar süreceğe benzeyen 2008 Krizi'nin, şirketleri yalnızca hissedarlardan ibaret gören Amerikanvari kapitalizm anlayışından kaynaklandığına dair kuşkular günden güne artıyor. Harvard Business Review'in Ocak sayısında yayınlanan, "Tüketici Kapitalizmi Çağı" başlıklı makalede Roger Martin, hisse senedi fiyatlarının en çoklaştırılması prensibi üzerine kurulu yönetim anlayışının bir an önce, tüketicilerin söz sahibi olduğu bir yönetim sistemiyle yer değiştirmesi zamanının geldiğini söylüyor.
Çok-uluslu şirketlerin, insan yaşamının hemen her alanını etkilediği günümüz
dünyasında bu, önemli bir gelişmeye işaret etse de yeterli olduğunu söylemek zor. Çünkü şirketlerin uzun dönemde başarıları, hissedarlarının yanı sıra, çalışanları ve müşterilerinden başlayarak tüm toplumun çıkarını gözeten bir yönetim anlayışının yerleşmesine bağlı.
Başlangıcı 1970'li yılların ortalarına kadar giden, hisse senedi sahiplerinin egemenliğine dayalı Anglo-Sakson kapitalizminde, şirketlerin tek bir amacı var; o da, sahip oldukları ekonomik kaynakları etkin biçimde kullanarak ortaklarına mümkün olan en yüksek kazançları sağlamak. Bu görüşün savunucularına göre, karın en çoklaştırılması hedefinin gerçekleşmesi, aynı zamanda toplumsal refahın artışına yol açacak. Farklı bir deyişle, zenginlik toplumun tüm katmanlarına yayılacaktır. Bunun düşünüldüğü gibi olmadığını, son ekonomik kriz göstermiş bulunuyor.
Krizden en fazla etkilenen ülkelerin başında gelen ABD'de ardı ardına batan şirketler ve sekiz milyonu aşan işsiz, yeterli düzenlemeden yoksun finansal sistemlerde uzun vadeli kazanımları göz ardı ederek kısa vadeli kar artışına odaklanan yönetim anlayışının toplumsal refahı artıracağı yalanına en iyi cevabı oluşturuyor.
Evet, uzun vadeli kazanımları bir yana iterek, kısa dönemde aşırı karlar edinme peşinde koşan ve bunun için yolsuzluğa dahi tevessül etmekten çekinmeyen yönetim şeklinin, tüm dünyayı etkisi altına alan ekonomik krizin ortaya çıkışındaki rolü büyük. Ancak, her türlü ihtiyat ve sağduyuyu bir yana bırakan bu kar etme hırsı sadece yönetimleri değil, aynı zamanda yatırımcıları da etkisi altına almış durumda. 1980'lerin başında New York Borsası'nda işlem gören hisselerin el değiştirme süresi ortalama üç yıl iken, günümüzde bir yıldan az bir süreye inmesi bunun önemli göstergelerinden biri.
Anglo-sakson kapitalist gelişme modelinin karşısında yer alan, şirketlerin sorumlu olduğu grubun sadece hissedarlardan oluşmadığı, bunların yanı sıra ticari ilişki içinde oldukları diğer şirketler, tüketiciler, çalışanlar ve giderek toplumun bütününden oluştuğu şeklindeki görüşü ise, geçtiğimiz yüzyılın başlarına kadar götürmek mümkün. Bu yönetim modeliyle ilgili olarak1932'de Harvard Hukuk Dergisi'nde yayınlanan Merrick Dodd imzalı makale, kapitalist sistemin çalışanlara karşı en önemli sorumluluklarından birinin ekonomik özgürlüğü sağlamak olduğunun, aksi takdirde bir ekonomik sistem olarak uzun vadede varlığını sürdüremeyeceğinin
altını çiziyor. Makalenin yazıldığı yılın özelliği, kapitalizmin en büyük ekonomik buhranının yaşandığı, işsizliğin %25'lere yükseldiği dönem olması.
Kıt'a Avrupası dışında Japonya'da yaygın olan bu modelin özelliği, şirket yönetimlerinde çalışanların temsil edilmesine önem vermesi. Avrupa'da ilk sosyal güvenlik sisteminin, 19. yüzyılın sonlarına doğru Bismark Almanya'sında kurulduğu görülüyor. Geleneksel olarak, devletin ve işverenlerin işçiler üzerinde koruyucu bir politika izlediği Almanya'da, şirket yönetim kurulları profesyonel yöneticiler dışında çalışanların da temsil edildiği ikili bir yapıdan oluşuyor. Sosyal pazar ekonomisinin önemli bir yanını oluşturan bu kurumsal yönetim modelinde çalışanların yönetimde temsil edilmesi, ücret, çalışma saatleri ve sosyal haklardan oluşan çalışma koşullarının iyileştirilmesi dışında, işçi-işveren ilişkilerinin etkin bir yapıya kavuşturulması konusunda da önemli bir işleve sahip.
Yerleştirilmeye çalışılan, tüketicilerin veya daha geniş bir tabirle müşterilerin tercihlerini göz önünde bulunduran bu yönetim anlayışının önemli olduğuna şüphe yok. Çünkü, müşterilerin tercihlerine uygun nitelikte mal ve hizmet üretmeyen işletmelerin ekonomik ilişkilerin küreselleştiği günümüz dünyasında uzun vadede başarılı olmaları mümkün değil. Peki, müşterileri çalışanlardan ayırmak mümkün mü? Buna verilecek yanıt, tabii ki hayırdan öteye geçmeyecektir. Hatta, müşteriler ve çalışan kitlelerden oluşan grubu toplumun bütününden ayırmaya olanak olmadığı da söylenebilir. Nedenine gelince, geniş toplum kesimlerinin beklentileri doğrultusunda faaliyette bulunmayan işletmelerin toplumun eleştirilerini de zaman zaman üzerlerine çektikleri görülmektedir.
Çalışanların durumunu iyileştiren, iş güvencesi sağlayan bir yönetim anlayışının yerleşmesinin tüm ülkelerde toplumsal refah ve barışa olumlu katkıda bulunacağına şüphe yok. ABD'de son zamanlarda sıkça tartışılan bu görüşün hayata geçirilmesi, ilerisi için bir umut kaynağı olabilir.
Acaba vahşi kapitalizm hatalarından ders alarak doğruyu bulabilecek mi?