Merkez Bankası’nın bağımsızlığını yeniden düşünmek
B. Ali Eşiyok / Türkiye Kalkınma Bankası Kıdemli Uzman İktisatçı
1980’li yıllar ile hız kazanan neo-liberal yeniden yapılanma politikaları ile birlikte merkez bankalarının işlevi de değişiyor ve merkez bankaları 1950’li ve izleyen yıllarda olduğu gibi kalkınmanın en temel aktörlerinden biri olarak değil, fiyat istikrarının ve daha genel anlamda finansal istikrarın bir bileşeni olarak hareket etmeye başlıyorlar.
Türkiye gibi henüz yarı-sanayileşmiş bir ekonomide “büyüme mi öncelikli olmalı, yoksa enflasyonun düşürülmesi mi?” sorusunu yanıtlamak gerekiyor. Aslında iktisat politikalarında tek taşla iki kuşu vurmak mümkün gözükmüyor. Bu nedenle hem istikrarı hedeflemek hem de kalkınmayı gerçekleştirmek iktisat politikalarının mantığına uygun düşmüyor. Kısaca kalkınma ile istikrar arasında (trade-off) ilişki söz konusu. Sadece fiyat istikrarına odaklanmış bir merkez bankası temel olarak finans sermayesinin çıkarlarına hizmet ediyor ve kalkınma amaçlarından vazgeçiyor.
Kapitalizmin altın çağında (kabaca 1950 sonrası ile 1970’li yılların ortasına kadar sürecek olan dönemde) merkez bankaları kurulmaya başlanıyor ve var olan merkez bankaları da bu yeni dönemin koşullarına uygun olarak yeniden yapılandırılarak büyüme/kalkınma hedefleri doğrultusunda dizayn ediliyorlar. Başka bir ifadeyle, metropol ülkeler başta olmak üzere, diğer birçok ülkede merkez bankalarının ortaya çıkmasının en temel nedenleri arasında sanayi sermaye birikiminin desteklenmesi ve bu bağlamda kalkınmanın sağlanması yer alıyor.
Bretton Woods Sistemi’nin hakim olduğu bu yıllarda (yani sabit kur rejiminin ve sermaye kontrollerinin geçerli olduğu bu dönemde) merkez bankalarına kalkınma hedefleri doğrultusunda ulusal ekonomiyi düzenleme işlevi veriliyor. Türkiye’de planlı ekonomi anlayışının merkez bankacılığına yansıması oldukça gecikmeli bir şekilde, 1970 tarihli yasa ile hayata geçiriliyor. Büyüme ve sanayileşme hedefleri TCMB’nin sağladığı sellektif doğrudan ve orta vadeli kredilerle olanaklı oluyor.
Son yıllarda iktisat politikalarına neo-liberal politikaların egemen olması ile birlikte merkez bankalarının bağımsızlığının öne çıkarılmaya başlandığı, bağımsız merkez bankalarının finansal ve fiyat istikrarını sağlayacağı ileri sürülüyor. Başka bir ifadeyle, bağımsız merkez bankası retoriğinin arkasında merkez bankasının diğer iktisat politikası hedeflerinden arındırılması yatmakta ve sadece ulusal ve uluslararası finans sisteminin fiyat ve istikrar talebi belirleyici olmaktadır. Merkez bankasının asıl işlevi fiyat istikrarı (ve son yıllarda finansal istikrara da bu hedefe eklendiği görülüyor) ile sınırlandırılmakta, büyüme başta olmak üzere, işsizlik, gelir dağılımı, sanayileşme, kalkınma gibi diğer iktisat politikası hedefleri göz ardı edilmektedir.
Neo-liberal yeniden yapılanma politikalarının bir bileşeni olarak gündeme gelen merkez bankalarının bağımsızlaştırılması gerektiği yaklaşımı, Türkiye’de 1990’lı yıllarda yoğunlaşmaya başlıyor ve Güçlü Ekonomiye Geçiş Programı’nın en temel bileşenini oluşturan 4651 Sayılı (1211 Sayılı Merkez Bankası Kanunu'nun bazı maddelerini değiştiren) kanunla bu hedef gerçekleştiriliyor.
Fiyat istikrarı yanında, daha genel olarak finansal istikrarı hedefleyen bir Merkez Bankası’nın sermaye hareketlerinin tam liberalizasyonunun sağlandığı koşullarda başarı şansının son derece sınırlı olacağını belirtmek gerekiyor. Ekonomide büyümenin yavaşlatılması pahasına fiyat istikrarında görece başarı sağlansa da finansal istikrarın sağlanmasının son derece güç olduğunu vurgulamak gerekiyor. Başka bir ifadeyle, kısa vadeli sermaye giriş ve çıkışlarının neden olduğu istikrarsızlıkları sadece para politikası araçları ile çözmek mümkün gözükmüyor.
Ülkemiz son derece temel yapısal sorunlara (işsizlik, gelir dağılımında meydana gelen bozulma, sanayileşmede karşılaşılan temel sorunlar, tasarruf ve yatırım oranlarındaki aşınma) sahip olmasına karşın, Merkez Bankası’nın sadece enflasyona hedeflenmesi doğru bir hedef midir? Düşük ve istikrar kazanmış bir enflasyon düzeyinin sanayi sermayesinin ve enflasyona paralel ücret artışları alan emekçiler açısından bir sorun teşkil etmeyeceğini ve kalkınmayı olumlu etkileyeceğini belirtmek gerekiyor. Başka bir ifadeyle, Merkez Bankası %7 ya da %8 yılsonu enflasyon hedefi yerine, görece yüksek bir enflasyonu hedefleyerek daha düşük bir işsizlik hedefini, görece daha yüksek bir büyümeyle sağlaması mümkün gözüküyor.
Merkez Bankası’nın fiyat istikrarı yanında genel olarak finansal istikrara yönelik politikalara da angaje olması uluslararası sermayenin kaprislerine ve beklentilerine aşırı duyarlı hale getirmekte, uluslararası sermayeye güven vermek için önemli boyutlara avaran rezerv birikimini gündeme getirmektedir. Rezerv biriktirmenin ise ekonomiye önemli boyutlara varan bir maliyet getirdiğini not etmek gerekiyor.
Kısaca, enflasyon hedeflemesi sermaye hareketlerinin liberalizasyonunun sağlandığı ve dalgalı kur rejiminin geçerli olduğu bir dünyada finans sermayesinin ihtiyaçlarını gözetiyor. Merkez Bankası’nın izlediği para politikası büyümeyi ve daha spesifik olarak kalkınmayı olumsuz yönde etkiliyor. Ekonominin geldiği bu aşamada yeniden kalkınma politikalarını hedeflemek ve bu bağlamda Merkez Bankası’nın bağımsızlığını yeniden gözden geçirmek gerekiyor.