Ne oldu bize?
Hıdır Orhan TOKER / Bankacı
Toplum mu rahatsız, fertlerimiz mi çekilmez hale geldi, kişiler mi kendilerini ön plana çıkarma gayreti içine girdiler ama konusu ne olursa olsun hemen her alanda bir kör döğüşüdür gidiyor. Bir iddia ortaya atıldığında, iddianın konusu nedir, gerçek payı var mı yok mu araştırılmadan kişiler veya ilgililer hemen gardını alıyor başlıyorlar karşı tarafı bombardımana. Taraflar karşılıklı birbirlerini anlamaya çalışmıyorlar. Karşı taraf daha sözün başında iken, bu taraf onu dinleyip anlamaya çalışmak yerine zihin faaliyetini onu tenkit veya kendini müdafaa edecek konulara teksif ettiği için tartışma üzerinde meydana gelen kopukluklar nedeniyle maksat da hasıl olamıyor. Panellere katılan değişik görüş sahipleri karşı tarafı dinlemeye lüzum bile görmeden kurulmuş bir papağan gibi çoğu da konuşulan konu dışında bir sürü iddialar dahi ileri sürebiliyor. TV izleyicisi açısından sonuç sıfıra sıfır, elde var sıfır. Kafaları karışıyor o kadar. Örnek mi istersiniz, açın TBMM görüşmelerini, TV programlarındaki panelleri, sonuçlarını değerlendirin, göreceksiniz.
Mesela 23.12.2008 tarihinde NTV kanalındaki 'NEDEN' programındaki Prof. Binnaz Toprak'ın yaptığı araştırma üzerindeki tartışmalar. Yani 'Mahalle Baskısı.' Araştırmayı okumadım, dinlediğim kadarı ile bilgi sahibi oldum. Ramazan ayı dolayısıyla oruç tutmayan veya tutamayan veya Alvi vatandaşlarımızın çektiği sıkıntılar problemlerin başlıcasıydı.
Bu satırların yazarının meslek hayatının başladığı 1966 yılından itibaren fiilen dokuz yıl Ziraat Bankası Müfettişi olarak ülkede ayak basmadığı bölge kalmadığına göre bu konuda iki kelam etme hakkını kendisinde görmesinde, okuyucuların beni haklı bulacaklarını sanırım.
Önce aile geleneğimiz ve okuduklarımıza nazaran yüce dinimizde ibadetin gizliliği esastır. Örneğin İslam'ın ilk yıllarında namaz, riya olmasın diye, evlerde ve gece kılınırmış. Hatta yine ilk yıllarda, dedikodulara mahal teşkil etmesi nedeniyle bir mescidin bizzat Hazreti Peygamberimiz'in emriyle yıktırıldığı sabittir... Nitekim namaz, evlerde ve geceleri kılınan bir ibadet olmuştur. Peygamberimizden sonraki gelişmelere değinmek işi karmaşık hale getirebileceği için daha detaya girmenin konuya bir katkısı olmayacaktır. Üstelik bu konuda çok detaylı bilgi sahibi de değiliz.
Oruç bahsine gelince. Hastalık ve seyahat nedeniyle muafiyet zaten dinimizin esasındandır. Orucunu tutmayanlar ise bunun muhasebesini öbür dünyada Allah ile yapacaklardır.
Yalnız, yukarıda değindiğim ibadetin gizliliği prensibinden hareket ederek yaşadıklarımızdan bir iki müşahedemize de değinmek isteriz. Eskiden oruçlu olanlar kendilerine bir ikramda bulunulduğunda 'Teşekkür ederim' der ve ikramı kibarca reddederlerdi. Ancak çok ısrar edilince 'Niyetliyim' denirdi. Buna mukabil Ramazan ayında oruçlu olmayanlar ise kendilerine vaki ikramları karşısındakine olan saygı nedeniyle kabul etmezlerdi. İşte bu saygıdır ki tiryakileri, Ramazan ayında sokaklarda sigara içmemeyi, bir şey yememeyi, sakız çiğnememeyi telkin ederdi. Başkalarına saygı babında ne güzel bir gelenek değil mi?
Bazı mahallerde Ramazan ayında lokantaların kapalı oluşu konusuna gelince. Mesele bugünün iktidarına mal edilmekte ise bu doğru bir tespit değildir. Belki bugünlerde artış eğilimi göstermiş olabilir ama eskiden beri bu böyledir. Bir örnek verelim.
1967 yılı Kasım veya Aralık aylarında Ziraat Bankası'nın Kayseri'nin Tomarza ve Sarız şubelerinin teftişi Ramazan ayına rastladı. Bankanın odacıları alışık oldukları için gelip parasını alır pazardan birkaç tavuk alıp evlerine götürürlerdi. Eksik olmasınlar eşleri haşlar ve birkaç hafta sövüş tavuğa talim ederdik. Hiç unutmam Sarız'da odacı Aho efendi bir gün gelip Alevi köylerine ikraz haftası olduğu için birkaç gün lokantaların açıldığı haberini vermişti . Günlerce üç övün tavuk söğüş yemekten gıdaklamak üzere iken Alevi vatandaşlar imdada yetişmişti. Tabii bu işin latife tarafı. Bir sene de Konya'nın Kadınhanı ilçesinde bu durumla karşılaşmıştım. Sanırım 1970 yılı idi. Diyeceğim konu yeni bir şey değildir. Lokanta sahibi açısından bu durum, bir maliyet meselesidir. Birkaç kişi için ocak yakıp yemek pişirmek pek rasyonel olmaz diye düşünmek lazım. Nitekim Sarız kazasında Ramazan ayı içinde kapalı olan lokantalar birkaç günlüğüne açılmıştı.
İçki meselesine gelince. Ramazan ayında, fertlerin lokantada içki içmesini önleyen bir sebep olamaz. Sadece başka vatandaşlara, özellikle oruçlulara, saygı açısından içki servisi yapılmıyorsa bunu da toleransla karşılamak lazımdır. Çünkü o lokantaya iftarını açmaya gelecek bir veya birkaç müşteri olabilir ve yanlarında içki içilen bir masa olsun istemeyebilirler. Bu durumun içki içen vatandaşın özgürlüğü acısından değil diğerlerinin duygularına saygı açısından değerlendirilmesi gerekir. Aslında yanlışlık da burada yapılmaktadır. Yani bunu insan hakkı veya hukukuna dayamamak lazımdır. Ramazan ayında, bir lokantaya gidip ben içki içme özgürlüğüme saygı isterim dememek gerekir. Aksi, bir dayatma olur ki sıkıntıyı davet eder. Sigara içmek de kişinin hürriyeti dahilindedir, ama şimdi kapalı yerlerde içilmesi yasaklanmıştır. Yarın birisi çıkıp alkolün de insan sağlığına zararı sabit olduğundan lokantalarda satışı yasaklanmıştır iddiasında bulunsa kim ne diyebilir? Ama konu o değildir.
Söylemek istediğimiz, makalemizin birinci paragrafında değindiğimiz, birbirimize olan tahammülsüzlüğümüzdür. Konunun içine bir de din ve dindarlık girince uyuşmazlık faktörü hiç lüzumsuz, sürtüşme mertebesine çıkıyor. Fertlerimizin birbirlerini saygı ile dinleyip anlaşmaya gayret göstermemeleri çok kötü bir alışkanlık haline geldi. Kavgacı bir toplum olduk vesselam. Siyasette böyle, sosyal hayatta böyle.
Uzun süredir müşahede ettiğim bir konuya daha değinmeden edemeyeceğim. O da fertlerimizin şu veya bu şekilde, dini faktörleri her türlü tartışmanın içine taşımalarıdır. Daha işin başında, bağlanan türbanlar, dayatmaların başlıca sebebi oluyor. Ondan sonra al önünü alabilirsen. Vaziyet bu merkezde. İşin kötüsü çocuklarımız da böyle yetişiyor. Ne yaparsın, küçük kalkar büyüğe bakar sözü boşuna söylenmemiştir.
Birimizin, hatta hepimizin çıkıp topluma, uzlaşma ve karşılıklı anlayış telkininde bulunmasında sonsuz yararlar vardır. Tıpkı bir ombudsmanlık müessesesi gibi. Bilmem ki benim yukarıda söylediklerimi 'Ulusa sesleniş' konuşmalarında Sayın Başbakanımız'ın söylemesi daha etkili olacaktır. Bir dilektir, inşallah tahakkuk eder.