"İtiraf ediyorum, şirketimi ben batırdım!"

YAYINLAMA
GÜNCELLEME

Hüseyin YAZICIOĞLU / Inoviser Danışmanlık

"İtiraf ediyorum, şirketimi ben batırdım!"

Evet, şirketimi ben bu hale getirdim, iflas ettirdim. Bütün sorumlusu benim.

Hatalarımı örtbas etmek, gururumu kaybetmemek için yaptığım bütün planlar, yalanlar şirketimi kaybetmekten kurtaramadı.

Kriz bahaneydi. Herkes krizi suçlayarak hatalarına kılıf uyduruyordu. Bende krizi bahane edersem kurtulurum, beni kimse suçlamaz sandım.

Evet, kimse beni suçlamadı da, hala herkes şirketimin batmasına krizin neden olduğunu sanıyor.

Ama vicdanım elvermiyor, geceleri uyuyamıyorum, kâbuslar görüyorum, bunalıma girmek üzereyim.

Kendimden korkuyorum.

Ailemi, çevremi, dostlarımı, arkadaşlarımı kırıyor, küstürüyorum, işimden-şirketimden sonrada onları da yavaş-yavaş kaybediyorum.

Son tutunacak dallarımı da kaybedersem, sonumun ne olacağını, ne yapacağımı bende bilmiyorum.

Şirketime-işime yaptıklarımdan ders alarak, borç-harç bularak tekrar sahip olabilirim belki, ama ailemi ve dostlarımı kaybedersem bir daha bulamayabilirim.. Dönüşü olmayan bir yoldayım, telafisi mümkün olmayacak değerlerimi kaybetmek üzereyim.

Çok üzgünüm ve çok mutsuzum.

Çevremde alacaklardan başka kimse kalmadı.

Pişmanlık içersindeyim.

Kırdıklarımdan, üzdüklerimden, suiistimal ettiklerimden, bağırıp-çağırdıklarımdan, olur-olmaz yere hakaret ettiğim çalışanlarımdan özür dilemek istiyorum.

Ailemden ve çevremden af diliyorum. Özellikle vakit ayıramadığım için hiç-bir veli toplantısına, okul faaliyetine katılamadığım, doğum gününü dahi unuttuğum, akşamları çok az görebildiğim, ama yinede beni hala çok sevdiğini bildiğim kızımdan bağışlanma diliyorum.

Ben aslında böyle bir insan değildim. Kimseyi incitecek bir söz söylemekten sarf-ı nazar eder, şirketin yönetimini babamın bana bıraktığı o yıllarda ailemle, dostlarımla, arkadaşlarımla sık-sık bir arada olur, muhabbet ederdim. Çalışanlarım uzun mesailerde dahi yorgunluk nedir bilmezler, gözlerinin içi güler, işten sonra yediğimiz birlikte yemekte yorgunluğumuzu atar, samimi aile ortamı içersinde dertleşir, çözüm yollarını yine birlikte bulurduk.

Doğayı ve canlı bütün varlıkları sever, mutluluğuma verdikleri katkıdan dolayı şükrederdim.

Babamın kurduğu, birlikte büyüttüğümüz, gecemizi-gündüzümüze katarak emek sarf ettiğimiz, yorulduğumuz ama mutlu-güzel günler geçirdiğimiz küçük atölyemizi hep hayal ediyor, o günleri çok özlüyorum.

Sonrada o güzel günlerden bu bunalımlı sürece gidişimi düşünüyorum. Hızlı, plan-programsız, hesap-kitapsız, hiçbir uyarıyı, büyüklerimin nasihatini dinlemeden burnumun doğrultusuna gittiğim o günleri düşünüyor, düşünüyorum da kahroluyor, son pişmanlığın fayda vermeyeceğini bile-bile binlerce kere pişman oluyorum.

Çok para kazanıyordum ya, en iyi en doğruyu kendimin bildiğini zannediyordum. Babamdan kalan bu şirketi zirveye ben taşımamış mıydım, o halde bu işi benden iyi kim bilebilirdi? Ama şirketi zirveye çıkaran ben, şirketi batıranda ben idim.

Nasıl bu hale geldim demiyorum, ağlanıp-sızlanıp birilerini suçlamıyorum, günah keçisi aramıyorum.

Evet, şirketimi ben batırdım.

Göz göre-göre tehlike geliyorum demesine, sıkıntılar yaşanmasına, mali tablolar s.o.s. vermesine, çalışanların ve çevremin ikazlarına rağmen akıl tutulması yaşayan ben, kalp gözü kapanan ben, dış dünyaya kulaklarımı tıkayan ben, her şeyin sorumlusu ben.

Hatalarımın hepsini biliyorum. Tek-tek sizlere söyleyebilirim.

Benim gibi sonunu görmeyen-göremeyenlere ve yine kendim için, o eski güzel günler hatırına, bu kadar hatadan sonra doğru bir şey yapmak adına itiraf ediyorum.

Başlarda çok güzeldi.

İşin başında babam olduğu için ona çok güveniyordum.

Hata yapsam da o düzeltiyordu. Çalışanları veya müşterileri kırdığım da, babam telafi ediyor, beni uyarıyordu. Bende elden geldiğince babamın uyarılarını dinliyor, tecrübelerinden faydalanmaya çalışıyordum.

Çalışanlarla babamın saygı ve güven üzerine kurulu çok güzel bir ilişkisi ve diyalogu vardı. Babamı bir büyük ve ağabey olarak görürler, sayarlardı. Ama hiçbir zaman saygı sınırlarını aşmazlardı.

Çalışma ortamı ve çalışanlar arası ilişkiler bir aile ortamı ve ilişkileri gibi idi.

Çalışanlar emeklerinin ve gayretlerinin karşılığını aldıklarından şüphe etmezlerdi. Babamın belki de kıskandığım ve kabul edemediğim tarafı kazancını çalışanlarla paylaşması idi. Daha çok kazandığı, kar ettiğinde çalışanlara daha çok zam yapar ve prim verirdi. Çalışanlar sanki babamın ortağı idi. Çalışanlar zorla değil, severek, üreterek, katkı sağlayarak çalışırlardı. Düşüncelerini rahatlıkla babama söyler, babamda onların önerilerini dinler, tecrübelerinden faydalanır, faydasını fazlası ile görürdü.

Babam hiçbir çalışanına suiistimal veya art niyetli hareket etmediği müddetçe bağırmaz, işine son vermezdi.

Benim ise en büyük hatalarımdan biri, özellikle işlerin büyüyüp para kazanmaya başladığımda, çalışan elamanların arttığında, 'sert yönetici en iyi yöneticidir' gibi yanlış bir anlayış ve algılayış ile hareket ederek sertliğin ve kabalığın derecesini her gün biraz daha arttırarak, çalışanı aşağılayan yönetim anlayışım idi.

Çalışanlarımın yüzüne gülmeyi, onlara tebessüm etmeyi, onlarla tokalaşmayı zafiyet olarak algılar, şımaracaklarını, suiistimal edeceklerini düşünerek sürekli sert, asık suratlı yüzümü onları korkutmak, pasifize etmek için göstermeye çalışırdım.

Onlar benim için ne düşünür, bana nasıl bakarlar, nasıl görürler diye hiç düşünmedim, hiç onlara empati ile yaklaşmadım.

Beni, ulaşılması zor biri olarak görmelerini isterdim. O yüzden mavi yakalılar odama ender girebilirlerdi.

Yönetim ve üretimin en ücra köşelerine kadar kamera ve ses düzeneği yerleştirerek sözde onların sürekli kontrol altında tuttuğumu, nefesimi enselerinde hissetmelerini isterdim. İlginçtir, kamera ve ses düzeni yerleştikten sonra işler ve üretim yavaşlamıştı. Bugün hala o kadar sıkı kontrolüme rağmen nasıl işi yavaşlattıklarını çözememişimdir!

Odamda yapılan toplantılarda herkes görüşünü söyler ama ben bildiğimi yapardım. Benim görüşüme karşı çıkanları da tersler, azarlardım. Zaten bir süre sonra çalışanlardan da öneri gelmemeye başlamıştı. Odamda hep ben bilirdim, hep ben haklı idim, sözümün üstüne söz söyletmezdim! Savcıda bendim, yargıçta.

Çalışanların yaptığı hataların bedellerini maaş kesintisi olarak ödetirken, başarılı olanları ise ödüllendirmez, bir gün olsun karşıma alıp güler yüz ile teşekkür etmezdim. Onların performansını ve heyecanlarını arttıracak, onları motive edecek hiçbir katkım olmadı. Kendi sonumu kendim hazırlıyordum! 

Babamın iyi günde, kötü günde yanında, çevresinde güler yüzlü dertlerini paylaşan çalışanlar hiç eksik olmazken, benim ne iyi günümde nede battığımda konuşup, dertlerimi paylaşacağım ne bir çalışanım nede dostum, arkadaşım oldu.

Babam iyi bir yönetici, iyi bir aile reisi idi. Ama ben beceremedim.  

Müşteriler ile de güven ve saygı üzerine bir ilişkisi vardı. Yapamayacağı hiçbir işi söz vermez, söz verdiği zaman işi mutlaka gece-gündüz demeden çalışarak zamanında teslim ederdi.

Mutlaka hem çalışanları ve hem de müşterileri ile konuştuklarını, anlaşmalarını yazıya dökerdi. Yaptığı bu yazılı anlaşma ve sözleşmelerinin doğruluğunu/isabetliğini iş hayatım boyunca gördüm.

Babam kendinden sonra işini benim sürdüreceğini bilip, bilgisini, birikimini bana anlattığı kadar, bazen benim bile kıskandığım yakınlıkta çalışanlarına bilgi ve birikimini aktarır/anlatır, onlarla baş başa verir, uzun mesailere kalırdı. Yükü, sorumluluğu paylaştırmasını çok iyi bilirdi babam. Onun derdi ile dertlenen, sıkıntısını, üzüntüsünü ve mutluluğunu paylaşan çok çalışanını bilirim.

Ticaretin 'cesaret ve risk olduğunu' söyleyen babamın, hiçbir zaman düşünmeden, benimle ve çalışanları ile istişare yapmadan bir işe kalkıştığını hatırlamam. Cahil cesareti ile hiçbir zaman hareket etmemiştir. Temkini ve tedbiri hiçbir zaman elden bırakmaz, piyasayı her zaman takip eder, müşterileri ile sürekli diyalog içersinde olurdu.

'Herkesin bildiği iş en iyi iştir, insan bildiği, sevdiği işte başarılı olur' diyen babanın oğlu ben, çok iyi paralar kazanmaya başladığımda, çevremdeki piyasanın rüzgârına kapılıp hareket eden arkadaşlarımın sözlerine kanıp/kapılıp bilmediğim ne işlere girdim ne paralar kaybettim!

Ben çocukken aldığı borç-harç bir makine ile tek başına işe başlayan babam, benim yanında çalışmaya başladığında sekiz makinesi, otuz çalışanı vardı. Kazandığı parayı ileri görüşlülüğü sayesinde yine işine yatırım yaparak değerlendirir, sermaye kadar değer verdiği çalışanlarını da gözetir, onlara da bir manada yatırım yapar, maddi ve manevi şartlarını iyileştirmek işin elinden geleni yapardı. Bir evimiz ve çok da eski model olmayan arabamızı çok uzun yıllar kullandığımızı hatırlıyorum.

Bunları söyledikten sonra kendi yaptıklarımdan, aldıklarımdan bahsetmekten ar duyuyorum. Bunlar beni sonun başlangıcına götüren kararlarımdır. Kirada oturan ben, önce lüks bir semtte büyük bir daire, son model bir jip, iki adet tripleks yazlık, üç daire, hanıma yine lüks bir araba, çocukları en pahalı özel okullarda okutma vs.

İşim ile ilgili ne yatırımı mı yaptım? Çin'den sonradan bana pahalıya gelen ucuzundan onlarca makine, taklit edip üretmeye çalıştığım, sonradan başıma iş açan, hala hukuki marka davaların devam ettiği birkaç model ürettiğim ürünler.

Gerektiğinde düşünerek, yarına bakarak öz kaynakları ile hareket ederek yatırımını yapan babam, bütün bunlardan ders almadan körü körüne, banka kredilerini kendi parası zanneden, geri ödeneceğinin hesabını yapamayan, ayağı yere basmayan, yarını düşünmeyen ben. Sonuç tahmin ettiğiniz gibi hüsran.

Bütün bu yatırımlarımı da iç piyasadan gelen talep patlaması ile yapmış, hiç bu işin sonunun geleceğini, talebin duracağını, iç piyasanın daralacağını, rakip firmaların çıkacağını düşünmeden yapılan mecburi yatırımlardı.

Yarına, ileriye bakmıyordum, ne hedef, ne vizyon düşünüyor, ne misyonum vardı. Günü birlik yaşıyor, hesap-kitap günü birlikti. Ne mallarımın kalitesini geliştirmek, ne yeni satış stratejileri oluşturmak, ne rekabete hazırlanmak ne ar-ge çalışması, benim için yarın yoktu.

Tek amacım ucuza, çok üretip, çok satmak, çok para kazanmak, kazancımı üç günlük dünyada iyi denebilecek şartlarda yemek ve yaşamak yani gününü-gün etmekti.

İhracatı, danışman firmanın ve ihracat yapan arkadaşların bütün uyarı ve teşviklerine rağmen önemsemedim, gayreti içersine girmedim. Şimdiki aklım olsaydı küreselleşen, tek pazar haline gelen dünya pazarına açılmak, mal satmak hem ürün kalitemizi yükseltecek, rekabet edecek fiyatlarımız olacaktı.

İhracatın şirketler için hayati öneme sahip olduğunu iş işten geçtikten çok sonra anladım.

Babam israf etmez, hesabını-kitabını çok iyi bilirdi. İşini hiç ertelemez, üstün körü iş yapmazdı. Kendi işini kendi yapar, kendi yapacağı işi kimseye yüklemezdi. Görev ve yetki alanını belirlediği çalışanının işini tam ve eksiksiz, zamanında yapmasını isterdi.

Babam verdiği sözü zamanında ve en güzel şekilde yaptığı için müşterilerin güvenini kazandı, bu sayede işini büyütüp, piyasada çok iyi bir itibar edinmişti. Aynı işi yapan birçok şirket işsizlikten şikâyet ederken, babamın yoğun işi vardı.

Maalesef ben bu konuda babamın yolunu takip edemedim. Bütün işleri takip etmeye çalışırken, her şeyi ben bilirim derken ipi ucu kaçtı. Hem işi bilmeyen, profesyonel olmayan, tecrübesiz, hem de suiistimal eden elemanlar yüzünden üretimde büyük aksamalar oldu ve tabiî ki müşteriler bir-bir bizi terk etti.

Maliyetleri düşürüp, rekabet etmek için ucuz eleman çalıştırmak gibi beklide sonumu hazırlayan hataları en büyüğünü yaptım.

Babam çok kitap okur, ülke ve dünya gündemini çok iyi takip ederdi. Arada bir sürekli takip ettiği birkaç gazete ve dergiye yazılarını gönderir, yayınlanırdı. Yazıları genelde yaşadıkları ve insanlara dairdi. Tecrübelerini, birikimlerini, beklenti ve umutlarını aktarmaya çalışırdı. Konuşması çok güzeldi, küçük büyük herkes ile iletişim kurar, uzun-uzun sohbetleri olurdu. Aile ve iş hayatındaki başarısında bu birikiminin payı büyüktü.

Ben ise eskiden kitap, gazete okur idim, ama son okuduğum kitabın adını bile hatırlamıyorum, yıllar önce idi. İşte koşuşturmaktan ülke ve dünya gündemini takip etmeye fırsat bulamıyordum. Bunları yapsaydım gidişimi ve gerçekleri görür, düşünür, akleder, bir çözüm yolu bulmaya gayret ederdim. 

Babamın en büyük meziyetlerinden biride, gün doğmadan kalkması, annemle sohbet içinde kahvaltı yapıp, atölyeyi erken saatte açması idi. Babamın işine geç gittiğini hastalık dışında hiç hatırlamıyorum. Akşamda işler yoğun değilse mutlaka vaktinde yemekte bizle olurdu.

Ben ise bu yönü ile babama hiç mi hiç çekmemişim. Genelde geç kalkar, şirkete telefonla talimat verir, durum sorar, öğleye yakın şirkette olurdum. 

Bu hatamı işler yavaşlamaya, para kazanmamaya başlayınca anladım, ama çok geçti.

Yakın arkadaşların ısrarı ile işler büyüdüğünde, kurumsallık ile ilgili önerilerini değerlendirmek için bir danışman firması ile görüşüp, o gün için yüksek bir paraya anlaştık. Kurumsallık, profesyonellik, üretim ve kalite yönetimi ile ilgili lüks bir otelde orta ve üst yöneticilere bir dizi toplantıda eğitim verip, kalite sertifikaları aldırdılar. Onlar gittikten.bir süre sonra değişen bir şeyin olmadığı, sıkıntıların daha da arttığını müşahede ettim.

Piyasada mantar gibi biten, ehil olmayan danışman firmalarından birinin kurbanı olmuştum. Beklide profesyonel, işin ehli bir firma ile karşılaşmış olsa idim, benim ve firmam için dönüm noktası olabilecekti. Bir fırsatta böylece kaçmış oldu. Daha sonra gelen kurumsallık ile ilgili talepleri yaşadığım bu kötü örnek yüzünden reddettim ve maalesef bu kötü günlere geldim.

Ailem ve dostlarımı çok ihmal ettim. Babam ailemizi hiç ihmal etmezdi. Her yaz tatilimizi yapardık. Annemler, kardeşlerim ve akrabalarımızla kaynaştığımız, yılın yorgunluğunu attığımız o tatilleri, o mutlu günleri hiç unutamam. Tatil dönüşü daha bir şevkle, heyecanla sarılırdık işimize.

Son on yıldır ailemle ve dostlarımla hiç tatile çıkmadım, yani ben son on yıldır tatil yapmadım. Eşime bol-bol para verir, çocuklarla yazlığa gönderir, ben ise çok para kazanma peşinde koşardım. Ama sonuç tam tersi oldu ailemi, dostlarımı, çevremi, işimi, paramı, her şeyimi kaybettim.

Şimdi şu gerçeği çok iyi anlıyorum ki; Piyasaya, çevremize uymak, daha çok üretip, daha çok para kazanmak, hayatta kalabilmek için yaptığımız onca mücadele, onca sıkıntı, onca hırs, kalp-gönül kırma, suiistimal, hakaret ve aşağılamalar, beni benden, kişiliğimden, insanlığımdan, her şeyimden uzaklaştırmış durumda.

Artık normal bir insan gibi düşünemiyor, bakamıyor, yaşayamıyorum. Bu dünyaya niye geldiğimi, ne yapmam gerektiğini artık sağlıklı düşünemez oldum. Hep çıkarcı-menfaatçi-şüpheci bir anlayışla insanlara yaklaşıyor, ailem dahi hiç kimseye güvenemiyorum.

Yapayalnız kaldım.

Geçenlerde babamın mezarı başına gittim.

Herkese sorduğum ama yanıt alamadığım sorunun cevabını yine bana babam verdi.