Soraya'yı taşladık, sıra Tahran'ı bombalamada derken, Bu gemiler de nereden çıktı?

YAYINLAMA
GÜNCELLEME

 

 

Güven BORÇA / Marka Danışmanı

Yoksa, yoksa bu iletişim denen naneyi biz de mi öğrenmeye başladık?

Roma battıktan sonra batının eski gücünü kazanması bin seneden fazla sürdü. Toparlanma sürecinde Avrupa'da ciddi bir entelektüel üretim oldu. Bir sürü hikaye, efsane ürettiler, reformlar gerçekleştirdiler, aydınlandılar, sanayileştiler ve 17'nci yüzyıldan itibaren öne geçmeye başladılar. Sanayileşmenin ürettiği baş döndürücü servet ile giderek arayı açtılar. Zenginleştikçe hikaye üretimi de çeşitlendi. Sahne sanatları gelişti, mesaj iletmenin yeni yolları keşfedildi; sembollerden, müzikten, dinden yararlandılar. Giderek güç ABD'ye kaydı ve nihayetinde yirminci yüzyılda sinema, radyo ve televizyonun icadıyla batının iletişimdeki hegemonyası tescillendi.

Batı markaları buldu. Marka yönetimi, marka iletişimi, reklam, halkla ilişkiler uygulamaları iş dünyasının gündemine girdi. Pazar araştırması, segmentasyon, konumlandırma gibi araçlarla önce ticari hayatta, sonra da giderek politikada avantaj sağlamayı öğrendiler. Siyasi liderleri birer marka gibi yöneterek, yönlendirerek bazı ülkelerin kaderini değiştirebileceğini gördüler. Walesa gibi basit bir  adamdan kahraman yaratma, ABD'nin imajı yerlerde sürünürken bir zenci başkan projesi geliştirme  becerisini gösterdiler. Ne bileyim, Carla'yı buldular. 

Günü geldi bir film ile (Gece yarısı Ekspresi mesela) bir ülkenin imajını yönlendirebileceklerini gördüler. Aralıksız yeni filmler ürettiler. Yüzlerce Hollywood senaryosunda sarışın kahramanlar, bir hikayesi olmayan ve şuursuzca saldıran kalabalık Kızılderilileri, Vietnamlıları, Meksikalıları haklarken iyi ve kötüye, akıllı ve aptala dair görsel kodlar da dünya vatandaşlarının zihinlere yerleşti.

Sonra ödüllendirme mekanizmaları geliştirdiler. Hayatın bir çok alanında çeşitlenen ödül markaları giderek misyon değiştirdi. Taşrada kahramanlar yaratarak, hedef ülkeleri karalayarak derin politik planlara, bin yıllık hikaye üretimine destek olmaya başladı. Bu iletişim sağanağı, casusluk becerileriyle birleşince batının hakimiyeti öyle bezdirici bir hale geldi ki bizim gibi ülkelerde komplo teorileri çok satanlar listelerinden inmedi. İletişimle sağlanan bu güç gerçekten sonuç alıcıydı ve insanlar giderek bu güce karşı konulamayacağı noktasına geldiler. Rusya'ya yanaşan Adnan Menderes'in sehpaya, Kıbrıs'a giren Türkiye'nin 12 Eylül'e sürüklenmesi, büyük projeleri olan Özal ve Adnan Kahveci'nin şüpheli ölümleri üzerine anlatılan hikayeler bu duyguyu hep canlı tuttu. Yahudilerin iş dünyasındaki gücü, Amerika'nın her yere uzanan eli hikayeleri öylesine yayıldı ki "bunlara rağmen bir şey yapılamaz" duygusu hepimizin üzerine kabus gibi çöktü.  

Bu ülkenin öncü iletişimcileri bir ömür boyu çabaladılar ama etki alanları ticari şirketlerin ötesine geçemedi. Kamuyu, siyasileri, ülkeyi pek fazla etkileyemediler. Büyük oyuna dahil olmayı tercih etmemiş de olabilirler ama bu başka bir yazı konusu. Bizim gibi aklı evveller "bu topraklardan dünya markası çıkar mı?" gibi sorular sorarak bazı dinamikleri hareketlendirmeye çalışsa da son yirmi yıla ait  milli iletişim performansımız çok da umut veremedi. Yine de iletişim konularını anlamak için ülke olarak ciddi çaba sarf ettik. Memlekete gelmeyen pazarlama/iletişim gurusu kalmadı.

Öte yandan iki binlerin başında internetin gelişmesi iletişimi değiştirmeye başladı. Küçük umut adacıkları oluştu. Herkesin bir muhabir haline gelmesi, video paylaşımı, sosyal ağlar ve diğer teknolojik gelişmeler kitlesel mecradaki batı hakimiyetini ve tek taraflı iletişim gücünü (propoganda) zayıflatmaya başladı. Nobel gibi marka ödüllerin inandırıcılığı da sarsıldı. Doğudan Al Jazeera gibi başarı örnekleri ortaya çıktı. Tüm bu gelişmeler Irak'ın işgalini engelleyemese de ABD'nin imajını dibe vurdurdu mesela.

Irak'tan sonra sıra İran'da idi. Zaten 11 Eylül gibi "etkinlik yönetimi" vakaları, El Kaide gibi markalaşma çabalarıyla ortalama batılının zihninde bir "İslami terörist" pozisyonu oluşmuştu. Açıkçası İran yönetimi (ki orada iletişim sektörü bizim yirmi yıl gerimizde) bunu destekler çabalarıyla batılılara "no nukes to mullahs" başlığı atmanın zeminini fazlasıyla hazırladı. Kadınların başını örtme mecburiyeti gibi salakça bir uygulamayla tüm dünyanın nefretini kazanmaya devam ediyorlar.

Batı bu yıl klasik yöntemlerle İran tezgahını kurmaya başladı. Sinema endüstrisi Soraya'yı Taşlamak diye bir film çekti. Yeni bir "Gece yarısı Ekspresi" olduğu belliydi ama yazı için görmem gerekti. İğrenç, ırkçı, politik amacı belli bir film. Ülkesinden uzakta yaşayan İranlıların halini, filmi çeken, oynayan insanların güncel duygularını, çoğunun iyi niyetini anlayabiliyorum ama bu, filmin çekiliş amacındaki kötü niyeti ortadan kaldırmaz. Haliyle film tonla ödül almıştı daha vizyona girmeden.

Aynı günlerde Cannes markası devreye girdi. Ödül töreni boyunca herkes ülkesinde tutuklu olduğu için jürideki görevine katılamayan İranlı yönetmen Cafer Bey'e atıfta bulundu ve bu ülkenin bombalanmaya layık berbat bir yer olduğu konusunda iletişime devam etti.

Ben bu olanlardan sonra tereddütlüydüm açıkçası. Günümüzde bu kadar kör gözüme "mass media" iletişim yöntemlerinin eskisi kadar etkili olamayacağını düşünüyordum. Daha doğrusu bunu istiyordum galiba ve tam da o dönemde Türkiye ve Brezilya liderleri çıkıp bu oyunu bozacak bir anlaşma yapıverdiler. Sonucundan emin olmasam da plan hoşuma gitti. Bir iletişimci olarak içim ısındı. Batı bu hamle ile terse düştü. Geri adım atmadılar, itiraz ettiler filan ama yine de o anlaşmanın Beyaz Saray ve CIA teknisyenlerine ciddi sıkıntı yaşattığını tahmin ediyorum. İhtimal ki o koridorlarda yaşattığımız ilk ciddi sıkıntı.

Ve üzerine, One Minute başarısından sonra itinayla planlanmış bir organizasyon ve entegre iletişim çalışması olduğu izlenimi veren Mavi Marmara operasyonu geldi. Batı menşeli bir inisiyatif, çok uluslu bir sivil grup, TC kanatları altında, çok güzel bir gemiyle boğazdan yola çıkıyor. Gemide müthiş bir teknik altyapı kurulmuş durumda. Resmen canlı yayın teknolojisi. İsrail devletinin sinyal engelleme çabalarına rağmen operasyon tüm dünyaya anında aktarılabildi çünkü saldırı başladığında yayın frekansı değiştirildi ve dünyada yeterli miktarda etkili alıcı bu yeni frekansı biliyordu. Teknik üstünlüğü efsane seviyesinde olan İsrail'e teknolojik bir gol atıldı. Gemidekilerin askeri müdahaleye tavırları ve sonrasındaki tutumları neredeyse hiçbir olumsuz kare vermedi batı medyasına. Tam tersi, gemiye inen ilk askerlere atılan meydan dayağı çoğumuza iyi geldi. Türkiye'de yapılan protesto gösterilerinin dozu, geçmişteki salya sümük eylemlerden farklıydı. Korkulanın aksine, Türkiye'deki Musevilerin başı dahi ağrımadı. Başbakan ile Dışişleri bakanımızın Güney Amerika ziyaretinde olup anında ABD'ye intikalleri, BM Güvenlik Konseyi toplantısı, Obama ve Clinton görüşmeleri de artık denk mi geldi bilmiyorum ama her şey tıkır tıkır gitti. İsrail bir şey diyemeden dünya ayaklandı ve lafı ağızlarına tıkadılar. Momentum hiç yitirilmedi. Sonunda tüm yolcuları serbest bırakma kararı aldılar ki bu çapta bir geri çekilme İsrail tarihinde ilk olabilir.

Sonra Başbakan Erdoğan ülkeye geldi. Parti grup salonunda yaptığı konuşma için ortam şahane hazırlanmıştı. Simultane tercümanlar, dünya medyası, duygulu vekiller, ağlayan bir Bülent Arınç filan. Süper. Ve bu yazının son düzeltmesini yaptığım gün Bakırköy başsavcısının dava açtığı haberi manşetleri süslüyordu. Görünüşe göre hamle üstünlüğü de yitirilmeyecek.

Türkiye sanırım tarihinde ilk kez bu kadar sık ve bu kadar olumlu bir şekilde dünya medyasında yer aldı. Gemide bulunan dünya vatandaşları ülkelerine döndüklerinde televizyonlarda olumlu şeyler söylediler. Eminim Orta Doğu'da One Minute ile başlayan ve dizilerle devam eden Türk etkisi zirve yaptı. İsrail'in yediği golün etkisini de İsrail taraftarı yazarların, yandaş medya spikerlerinin olayı kabullenemeyen agresif tavırlarından anlayabilirsiniz.

Buna paralel olarak TRT'nin Kürtçe, Arapça, İngilizce yayınları, Dış Türkler Başkanlığı'nın kurulması, Türkiye'nin BM Güvenlik Konseyi üyeliği, TIKA'nin faaliyetleri, T.C. Dışişleri Bakanlığı'nın eski statik yapısından kurtulması, MİT'in yeniden yapılandırılması, dünyanın her yerinde açılan Türk okullarının faaliyetleri, Türkçe Olimpiyatları bize küresel oyun kuralları öğrenmeye başladığımızı gösteriyor. Dünyadaki güç değişimi için bin yıl beklememize gerek kalmayacağını hissettiriyor. Çocuklarımız ve torunlarımız adına sevindirici. Bu olaydan sonra işler terse de sarabilir. İsrail-ABD ittifakı sıkı bir rövanş alıp bize bunun bedelini ödetebilirler. Ama olsun, denemeden olmaz. 

Öte yandan ülkemizde solun uyku hali de o kadar üzücü. Tüm dünyada protesto gösterilerini sol yönlendirdi, bizde tam tersi. Halbuki o gösterilerde solcular da aktif olarak görünse ABD/İsrail medyası o kadar kolay "islami terör" bağlantısı kuramazdı. Ülke elitinin bir kısmı AKP ne yaparsa yapsın karşısında durmakta ısrarlı, bir kısmı "biz bu oyunu değiştiremeyiz, İsrail bizi batağa saplıyorlar" ruh halinde, bir kısmı da orada şehit olan dokuz kişinin yüklendiği tarihi misyonu, ailelerin ruh halini kavrayamadan hümanizma adına hesap sorma derdinde. Politik görüşlerimiz ne olursa olsun, lütfen şu işteki iletişim başarısının hakkını verelim.