Yüzde 58 Evet! Esas olan samimiyet testi
Süleyman DİLSİZ / Yönetim Uzmanı
Dostoyevski bir romanında "bilinç" bir hastalıktır der. İnsanın bilinçli olduğu konularda daha fazla sahiplenmesi, çözüm araması, fikir üretmesi ve tepki vermesi demek. Bilincin; demokrasi adına toplum temelli gelişmesi hak, hukuk ve özgürlüklerin tabana yayılmasını sağlıyor. Aksi halde demokrasi söylemden öteye geçemiyor. Ne kadar demokrasi bilinci, o kadar katılımcılık ve toplumsal sorunlara çözüm demek olduğu açık. Bilinçli toplumun temelinde; söylemle - eylemin tutarlılığının yani samimiyetinin test edilmesi yatıyor. Demokrasiyi yaşamsal kılmak için toplumu yönetenlerin, biz - siz söylemiyle değil, mutlak uzlaşmacı yaklaşımı şart.
Yüzyıllarca tek adamlıkla (monarşi) yönetilmeye alışmış toplumuz. Tek adamla yönetilmenin etkileri genlerimize kadar bugün bile hissediliyor. En zor günlerinde, sorunların çözümüne katılarak değil, "Kurtar bizi baba!, sen çok yaşa padişahım!" yaklaşımı günümüzde de geçerli. Demokratik hak ve özgürlüklerini aramayıp, yönetime katılmama, adamsendecilik, bana dokunmayan yılan bin yıl yaşasın, lidere mutlak biat tek adamlı yönetim anlayışının toplumumuzda ki derin izleri.
Kim bilir belki de, saltanat kaldırılmadan, şeklen devam etseydi, monarşinin en derin izi olan mutlak biat kültürüne olan talebi azaltıp, demokrasiye daha sağlıklı geçiş sağlanabilir miydi?. Tıpkı demokrasinin beşiği İngiltere, Hollanda, Belçika gibi ülkelerde krallığın şeklen devam ederken, demokrasi fonksiyonların aileden, mahalleye, partiden ülke yönetimine kadar toplumun her katmanında kararlara katılma kültürü düşüncemi destekleyen ileri demokrasi, zengin ülke örnekleri.
Referandumla anayasanın değişmesini isteyenlerin yüzde 58 ile "evet" dediği seçim sonrasında hala akıllar karışık, çünkü neye evet ya da hayır dendiği hala çok da net değil. Evet ya da hayır denmesinin ötesinde demokrasiye ağızlarından düşürmeyen siyasilerin en önemli samimiyet testi demokrasiye yaptıkları katkıdır. Demokrasilerde esas olan eylemdir, söylem değil, söyledikleriyle, yaptıkları arasındaki sıkı bağdır. İktidarların da sadece yandaşlarının değil, toplumun tüm kesimlerini esas alan politikalar üretmesidir.
30 yılda 18 kere düzenlemeye uğrayan '82 Anayasası'nın hala bugünün toplumsal ihtiyaçlarını karşılayamadığı gerçek. Her seferinde toplum beklentilerini esas alan uzlaşıdan daha çok, hep kısmi değişiklikler yapılarak geldi bugüne. Yeni referandum, bugün de daha öncekiler gibi toplumun yine ihtiyaçlarını karşılamadığı için homurtular bir türlü bitmiyor. Adına demokrasi diyorsak; toplumun tüm katmanlarını önemseyen tümden bir değişiklik şart!
12 Eylül'de ki yeni anayasa değişiklik paketinde; sosyal devlet olmanın esasını oluşturan seyahat özgürlüğünden, çocuk haklarına, kadınlara pozitif ayrımcılığa, toplu iş sözleşmesi kadar birçok kişisel hak ve özgürlüklerin oylanması düşündürücü.
Örneğin; devletin başta kadınlar olmak üzere, çocuklar, yaşlılar, engelliler korunmaya ihtiyacı olanlar için yanında olması için "evet" dendi. Toplumun yüzde 53'ünü oluşturan kadınların '99 yılında kadınlarda yüzde 30 olan işgücüne katılma oranı 4 puan azalarak '09 sonunda yüzde 26'ya inmesi, mecliste hala kadın hakları araştırma komisyonunun kurulmaması, kız öğrencilerin ilköğretimden ortaöğretime devam oranında ki düşüş, kadınlara yönelik pozitif ayrımcılığın son 10 yılda ki önemli kanıtları. Diğer yandan devlet kadrosunda 50 bin engelli kadrosuna hala istihdam edilmemesi sosyal devlet ilkesiyle bağdaşmıyor.
Demokrasilerde yasama, yürütme, yargı kuvvetlerinin ayrılığı mutlak esas. Üç kuvvettin tek elde toplanması; tek adamla, başkanlık, sistemiyle yönetilmek anlamına geldiği birçok dünya örnekleriyle ortada. Yasama, yürütme ve sonrasında yargıyı da tek elde tutarak "dokunulmazlıkların" kaldırılması ve iç politika malzemesi yapılarak, genel seçimlere gidileceği de tartışılmaz bir öngörü.
Sistem partilerinin; parti, belediye başkanlarını, milletvekillerini, parti başkanına yakın olanların seçildiği, mutlak biat eden, yandaş kitlerinin çıkarlarını koruyan, yönettiği kitlerin gerçeklerinden uzak, tabanın benimsediği adayların meclise gidemediği, katılımcı unsurların hep bastırıldığı demokrasinin bu denli dillendirildiği ortamda çok yaman bir çelişki.
TOBB gibi birliklerin, sivil örgütlerin sadece temsilden oluşan yapılarının katılımcı demokratik unsurlarla destekleyen yapının inşa edilmemesi demokrasi samimiyetiyle bağdaşmıyor. Katılımcı demokratik yapının inşası yerine yandaş - candaş olsun bizden olsun yaklaşımıyla bu tür örgütlerde seçme ve seçilme mevzuatı yenileyip, toplum ihtiyaçlarına göre tasarlanmaması demokrasinin tabanda yayılmasında engel.
Demokrasinin özü, yönetilenleri yönetime katmak, kolektif bilgilenme esaslı yapıyı geliştirmek olduğu ileri demokrasi örnekleriyle ortada. Örneğin '02 seçimlerinde, Meclis'teki partilerin oy miktarı 18 milyon, Meclis'e giremeyen partilerin oyu ise 16 milyon iken sürekli millet bezirganlığı yapmak samimiyetsizlik. Burada esas samimiyet dar bölgeli seçim sistemiyle toplumun tüm kesimlerini temsilcilerinin meclise girmesini sağlayıp, mutlak katılımcı unsurları geliştirecek seçim sistemini hayata geçirmek gerçek bir samimiyet testi için çok değerli.
Demokrasi ayinesi iş olanların, samimiyetsiz söylemlerini gözden kaçırmadan, gelecek kuşaklarımız için gerçek demokrasi inşası için en büyük düşüm;
"Topluma hükmedenlerin, halka "buyurun bizi denetleyin!" diyebileceği bir vizyonla seçtikleri kitlelerin, seçtiklerini denetlemelerini sağlayabilecek, katılımcı demokrasinin inşasıdır."
Bu yaklaşım; toplumda gelir uçurumunun hızla arttığı ortamda seçilmişlerin halkın gerçek problemlerine odaklanmasını sağlayacak, anlamsız demokrasi söylemlerinin samimiyetine toplumun karar vermesini sağlayacaktır. Yani mutlak demokrasi bilinciyle, topluma hak-hukuk sorgulama hastalığını bulaştırmaktır. Aksi halde; İngiliz yazar D.H Lawrance'ın Gökkuşağı romanında dediği gibi; Az gelişmiş toplumlarda demokrasinin güçlünün istediğini yapabileceği yönetsel bir araçtan ibaret olduğu savında haklı çıkacaktır.