Ağrı eşiği düşerken iyimserlik yersiz

Adnan NAS
Adnan NAS ASLINA BAKARSANIZ adnan.nas@stfa.com

2016 yılının, kriz sonrası uzun süren toparlanma ve belirsizlik döneminin sona ereceği, bu nedenle son yedi yılda oluşmuş alışkanlık ve reflekslerin değişmesi gerekecek bir yıl olacağı anlaşılıyor. Her ülkenin aynı şekilde yararlanacağı veya zarar göreceği durumlar azalırken, farklı performansların sonuçları arasındaki mesafe açılacak. Başka bir deyişle fırsatlar ve riskler arasındaki hassasiyet, dramatik biçimde yükselecek. Bu, ekonomiler açısından ağrı eşiğinin düşmesi, hataların maliyetinin artması, tolerans olasılığının daralması anlamına geliyor.

Bu kehanetlerin neden icap ettiğini sorarsanız, ortalıkta 2016'ya ilişkin olarak gerekçesini keşfedemediğim bir iyimserlik gözlemliyorum. Yıllar önce başta Goldman Sachs olmak üzere birkaç uluslararası kuruluş, Türkiye'nin 2001 sonrasındaki reform ve hızlı büyüme performansının aynı yaklaşımla devam edeceğini düşünerek, o zamana kadar geçerli olacak demografik avantaj ve ortalama yüzde 6 büyüme oranı varsayımıyla 2050'de dünyanın 12. ekonomisi olacağını öngördüğünde havaya girip gaza gelerek ve varsayımları göz ardı ederek artık şeytanın bacağını kırdığımıza inandığımızı, reform yörüngesinden saptığımız halde süreyi de 30 yıl indirip hedefi iki puan arttırarak 2023'te ilk 10 ekonomi arasına girmeyi hedeflediğimizi hatırlayınca yine bir hayal kırıklığı dalgasının yaklaşmakta olmasından kaygılanıyorum.

Jeopolitik konum kaynak girişine yetmiyor

Son yıllarda umut verecek önemli başarı hikâyeleri yaratmadığımız halde iş dünyamızda ve politikacılarımızda yaygınlaşmaya başlayan bu iyimserliğin muhtemel nedenlerinden birinin Türkiye'nin jeopolitik konumunun geçen yüzyılda olmadığı kadar önem kazanması olabileceğini düşünüyorum. Büyüyen pazarların içinde ve yakınında olmak, ayrıca bütün dünyayı ilgilendiren enerji dinamiklerinin merkezinde yer almak gibi pek çok açıdan bu düşünce yanlış da sayılmaz. Ancak geride bıraktığımız dönemde bu konumdan yararlanma yeteneğimizi hiç de kanıtlamadığımızı, aksine en az ihtiyacımız olan gerginlik ve çatışmaların içine girerek bölgenin güvenli limanı olma imajından süratle uzaklaştığımızı görmezden geliyoruz. Dolayısıyla mevcut durumdan çıkışın işaretlerini verecek radikal politika değişiklikleri ortaya çıkmadıkça bu iyimserliğin objektif bir gerekçesi bulunmuyor.

Öte yandan, artık sona erdiği kabul edilen bol ve ucuz para döneminden farklı olarak küresel sermayenin ülkeye çekilmesi, hatta 2015'te gördüğümüz gibi net kaynak çıkışlarının önlenmesi çok daha zor. Doğrudan yatırımlar bacağında zaten söylem aşamasından icraat aşamasına ne zaman geçeceğimizi merakla bekleyip duruyoruz da, portföy yatırımları yani sıcak para bacağında da durumumuz iç açıcı değil. Geçen yıl kurlardaki sıçramaya rağmen yani zararı dahi göze alarak önemli tutarda satış yapıldığını ve cari açığın finansmanı için rezerv harcandığını unutmayalım. Hâlâ hisse senedi ve iç borçlanma senedi stoğunun 73 milyar dolarlık büyük kısmının yabancıların elinde olduğunu ve para politikamızı daha rasyonel bir çizgiye oturtmadıkça fırsatını bulduklarında satış ve çıkışın devam edebileceğini düşünüyor muyuz, emin değilim.

Yatırım çekme yarışı kızışacak

Kısaca 2016'da başlayacak yeni dönemde ne fırsatları değerlendirecek, ne de riskleri karşılayacak politika paketleri hazırlamadıkça, daha da önemlisi uygulamadıkça iyimser olmak pek gerçekçi değil. Borçlanma konjonktüründe, özellikle uzun süre görece düşük faizlerle stoklanmış tahvil piyasalarında çalkantı yaşanması ve artan maliyetlerin şirketler kesimini zora sokması da kuvvetle muhtemel. Türkiye'nin hem doğrudan yatırım cazibesini yükseltecek hukuk, kamu finansmanı ve teknoloji ekosistemine yönelik reformları daha fazla ayak sürümeden yapması, hem de rasyonel konjonktür politikalarına dönmesi şart.

İki hafta önce kısaca değinmiştim, KPMG’nin küresel dev şirketlerin üst yöneticileriyle yaptığı araştırma, yeni sermaye akımlarının yönelecekleri öncelikli ülkeler arasında Türkiye'nin bulunmadığını gösteriyor. Bu da öncelikli altı ülkeden ve Afrika, Körfez bölgesi, Uzakdoğu gibi yeni pazarlardan sonra kalan ve küçülmüş olan bölümden pay almamızın söz konusu olduğu anlamına geliyor. Bütün çabamızı bu payı azami düzeye çıkarmaya odaklamalıyız. Öncelikli altı ülke arasındaki Hindistan ve Meksika hükümetlerinin yatırımcı güvenini sakatlayan altyapı kısıtlarını, sektör lisanslarını, kayırmacı teşvikleri ve işgücü piyasası katılığını giderecek inandırıcı reformları uygulamaya koymalarının önemli fark yarattığı görülüyor. Çin de fikri mülkiyet haklarını ve hukuk güvencesini güçlendiren, saydamlık ve öngörülebilirliği arttıran düzenlemeler yapıyor.

Körfez ülkeleri yüksek gelir düzeyleri, eğitimli nüfusları, düşük vergi rejimleri ve açık hukuk sistemleriyle ve büyük altyapı projeleriyle istikrarsız Ortadoğu'nun güvenli yatırım limanı olarak görülüyor. Bütün yatırım yerlerinin ortak özelliği kalıcı büyüme perspektifi sunması ve hükümetlerinin ülke imajının en zayıf olduğu alanlarda açık ve inandırıcı politikaları yürürlüğe koyması. Bizim de yapmamız gereken bundan ibaret... Ayrıca işbirlikleri ve ortaklıklar kurma yeteneği ve ölçeği olan şirketlerin sayısını da arttırmamız gerekecek. Artık ülkeler ve hükümetler arasında yatırım çekme yarışı kızışacak... Değil mi?

Yazara Ait Diğer Yazılar Tüm Yazılar
Seçim biter, kriz bitmez 02 Temmuz 2019
Yolun sonuna geliyoruz 11 Haziran 2019