Bilineceği bilmek: Kaptanlar ve krallar

Gündüz FINDIKÇIOĞLU
Gündüz FINDIKÇIOĞLU GLOKAL BAKIŞ debrovian@gmail.com

“Kaptanlar ve krallar” 1977 Türkiye’sinin önemli dizisiydi. Bir göçmenin yükselişi temasıyla başlayarak aslında tarihsel perspektifte Amerika’nın mühim bir ailesinden bahsediyordu. Konuyu hiç bilmeyen izleyici kitlesini etkilemişti. Belki de ABD’de 200 yıl önce bir devrim olmuş olduğunu insanlar muhtemelen ilk defa TRT’de gördüler, haberdar oldular. Tıpkı “Kökler” dizisi gibi: Orta sınıf adıyla kodlanan insanlar ırkçılık tam olarak nedir orada görmüş olabilir. Ne tuhaf!

Oysa ‘bilineceği bilmek’ her insanın en basit ama en kritik meselesidir. ‘Bilineceği bilmemek’ üzere kurulmuş hayatlar ve ‘bilgiden, manadan ve inançtan yoksun kalmak’ üzerine, sadece itaat edecek reaya yaratmak amacıyla atılan adımlar tüm gönül gözlerinde, tüm ekonomi politiklerde mahkûm edilmek ve kamu vicdanından silinmek zorundadır. Bilmeye mecburuz ve şuur sadece ‘nereye gidiyor bu işler’ basitliğinden ibaret değildir. Dünyada hiçbir ulus sadece güncele göz gezdirerek veya kur, faiz, piyasa merakıyla bir yere gidememiştir ve asla gidemeyecektir. Cehalet erdem değildir. “Teorisiz yaşamak” hayat değildir. Ziya Gökalp bunu biliyordu.

Örnek verelim. Özellikle bir İslam ülkesinde, sömürgecilik ve emperyalizmi telin eden bir damardan ve –daha sınırlı ölçüde- düzen karşıtı hareketlerden beslenen bazı Osmanlı seçkinlerinin entelektüel berraklığı ve bu bağlamda, kendi reformları ve rönesansları için biçtikleri rol, bizi Kemalist Türklüğün en parlak dönemindeki özüne ulaştırır. Bununla beraber, milliyetçiliğin yekpare bir proje olmadığını da vurgulamamız gerekir. Mesela Masami Arai imparatorlukta iki farklı milliyetçilik akımı olduğunu iddia eder. Arai'ye göre, Çarlıktan iltica eden aydınlar yerel milliyetçilerden ayrılıyordu ve başlangıçta –yani milliyetçilik Türk unsur için son anda ve nihayet cazip hale gelirken- milliyetçilik kavramının açıkça tanımlanması mümkün değildi: Masami Arai, Jön Türk Dönemi Türk Milliyetçiliği, İstanbul 2007. Örnek olması için verdim bu referansı. Esasen çok bilinen bir meseledir ve Ziya Gökalp/Yusuf Akçura ayrımında simgelenebilir. Keza Yeni Hayat’ta “Kavim” şiirinde Gökalp akraba bir temaya başvurur: Gökalp (2005: 120): “Dediler, kavminin bir adı var mı? Adı bir değil çok, bu da bir ar mı?... Türkiye devletim, Türklük milletim; Cinsinin çokluğu Türk’e zarar mı?” Yeni Hayat 1919’da bir derginin düzenlediği ankette en iyi eser seçilecektir: Tansel (1952)’den aktaran Köroğlu (2004: 283). Yeni Hayat açık ki Dante’nin La Vita Nuova’sına (Vita Nova) bir göndermedir. Ecdadımız tarihsel referanslarını bizden çok daha iyi biliyordu.

Devamlı iktidara gelen sağcılık neyi biliyordu? Sağcı kanatta kimler vardı? Peyami Safa, Hilmi Ziya Ülken, İsmayıl Hakkı Baltacıoğlu, Ali Fuat Başgil ve Mustafa Şekip Tunç restorasyonun yüceltilmesinde önemli roller oynamışlardı. Elbette anti-komünizm ana motifinin 1950'lerde de var olduğu doğruydu, hatta dönemin önemli muhafazakârlarının yazılarında bu konuda açık ideolojik referanslar mevcuttur. Mesela Ali Fuat Başgil bu hususta da diğer konularda olduğu kadar netti. Örneğin Başgil, “İrtica Yaygarası”, Komünizme Karşı Mücadele, 1 Mart 1951; Başgil, Din ve Laiklik, İstanbul 2007 (1954). Başgil, 1 Mart 1951 tarihli kısa makalesinde açıkça “restorasyon”dan bahsetmektedir. Ulus Baker, bazen daha net biçimde ifade ettiğim “doğrudan” açıklamaya katılmamakta ve muhafazakârlık konusunda daha dolayımlı bir yaklaşımı benimsemektedir: Baker (2003), “Muhafazakâr Kisve”, Modern Türkiye’de Siyasal Düşünce Cilt 5: 101-104, İletişim. Fakat o da muhafazakârlığın karşı devrimci kökenini vurgulamakta ve liberalizmin muhafazakârlığa, muhafazakârlığın da gerici hareketlere doğal olarak içkin olduklarına ilişkin gözlemleri şaşkınlıkla karşılamamaktadır. Peyami Safa da es geçilmemeli. 1939 tarihli aslında her şeyi içeren meşhur Türk İnkılabına Bakışlar bir yana, sonrası için “Türk Düşüncesi ve Batı Medeniyeti”, Türk Düşüncesi, 1 Aralık 1953, 4-9’a bakılabilir. Osman Turan ve Durmuş Hocaoğlu da var. Entelektüel cazibesi olan rollere soyunmuşlar ve belki de uçlara değil merkeze seslenmişlerdir.

1960'lardan sonra neredeyse 60 sene boyunca her yerde ve her zaman var olan çeşitli temaların daha 1950'lerin başlarında zaten açıkça ifade edilmiş olduğunu görmek ilginçtir. Daha öncesi de var denebilir; önemli olan açıklıktır ve burada kastettiğim budur. Baltacıoğlu, Kuran'ın yerel dillere tercüme edilmesi, Luther'in İncil'i Almancaya tercüme etmesinin Reform için belirleyici bir nokta olduğu ve bu tercümenin Reformun özünü temsil ettiği şeklindeki görüşlerinde sergilediği ısrarlı tutumuyla modern, hatta radikal, bir görüntü vermektedir. Başgil ve Turan pek de Reformcu olmayan türden “muhafazakâr restoratör” bir tip sergilemektedirler. Aslında sonraki dönemin İslamcılarının cephaneliklerindeki mühimmatı yükleyen, daha sonra izinden gittikleri Başgil ve Turan olmuştur. Din ve vicdan özgürlüğünün laiklik ve benzerlerinde çok dikkate alınmadığı tezi ve Fransız tipi laikliğe karşı sekülarizm referansının benimsenmesi gibi unsurlar hem Başgil'in hem de Turan'ın yazılarında hâlihazırda ortaya konmuştu. 1980'lerin sonunda eski solcular arasında moda olan “organik” gelişim görüşü, yine onların yazılarında tüm açıklığıyla mevcuttu. Dolayısıyla, anayasaların karakteri de çok önemli değildi: Yasal mevzuattan çok daha önemli olan sosyolojik ve gelişimsel olandı ve sosyal dokunun nasıl örüldüğüydü.

Bırakalım Ali Fuat Başgil ve Osman Turan Türk sağının yüksek mevkilerine hükmetsinler. Durmuş Hocaoğlu oldukça ilginç bir örnek olarak daha fazla ilgiyi hak ediyor. Elbette Nurettin Topçu’yu da eklemek gerekiyor. Burada görülmesi gereken nedir? „Konservative Revolution“… Hatta İtalya’da devamı var dersek «rivoluzione conservatrice». “Muhafazakâr devrim” elbette “muhafazakarlıkta devrimdir” ve “genç muhafazakarlığı” (Jungkonservatismus) gerektirir. Olmuş mudur?

Sağdaki ‘kaptanlar ve krallar’. Paradan, güçten bahsetmiyorum. Umurumda bile değil. Düşünenlerden bahsediyorum. Sayıları çok azdır ve bazıları saydığım isimlerdir. Bilinmesi gereken, ‘bilinecek’ olması zorunlu olan böyledir. Buradan ne çıkar? Mesela İsmayıl Hakkı’nın hayatı bize ne söyler? İlki geneldir: Restorasyon veya değil, ileriye gidecek, gelişecek, insanlık ailesine dahil olacak her ülkeyi sadece ve sadece “havass” yönetir; “avam” değil. İkincisi şudur: Reformu kendileri yapmıyorsa dışarıdan yapılamaz. Diğer sabit ise açıktır: Kilise yönetemez ve yönetmemelidir; daima seküler otorite yönetir. Bu tez tartışılmaz bir tarihsel, kültürel ve mantıksal –hatta giderek teolojik- gösterime dayanır ve gelişmenin, kalkınmanın, ulus olmanın, insan olmanın alfabesidir. Dante’nin, Marsilio’nun, Ockham’ın, yani 14. yüzyılın bile gerisine düşülürse ne olduğunu insanlık tarihi gösteriyor. Ziya Gökalp’in de gerisine düşmek diye ekleyebiliriz.

Yazara Ait Diğer Yazılar Tüm Yazılar
Risk ve yavaşlama 01 Ekim 2019
Fed, resesyon, Türkiye 24 Eylül 2019
Coğrafya ve imparatorluk 17 Eylül 2019
Fed ve dolarizasyon 25 Haziran 2019