Bölen büyüdükçe bölünen de büyür mü?

Tamer MÜFTÜOĞLU
Tamer MÜFTÜOĞLU KOBİ'LERDEN GİRİŞİMCİLİĞE

7 Haziran seçimlerinden sonra giderek tırmanan terör olayları ülkemizi zorlu bir geleceğe doğru götürüyor. Hepimiz endişe içindeyiz. Zor günlerden geçiyoruz, yarınlarımızdan büyük endişe duyuyoruz. Hepimizin sağlıklı kararlar alıp her hareketimizde gerekli özeni göstermemiz gerekiyor. Yüzyılların imbiğinden geçip gelen şu bildik öğüt hep rehberimiz olmalı: “Anlaşamıyorsak uzlaşalım, ortada bir hata varsa birlikte doğruyu bulalım, şüpheler içindeysek ortak inançlar geliştirelim, umutsuz kalmışsak yeni umutlar oluşturalım.”

Bu bildik öğüdün en başında uzlaşma gereğinin vurgulanması, muhakkak ki yine yüzlerce yıllık insanlık tecrübesinin diğer bir sonucu olmalı. Zira hatalara bulunacak doğrular da, şüphelere yönelik geliştirilen inançlar da, yaratılan yeni umutlar da farklı olabilir. Farklı doğruların, farklı inançların ve farklı umutların da uzlaştırılması gerekebilir. Uzlaşma tüm sorunların değişmez çözüm anahtarı. Hele hele farklılığın, sinerjik etki yaratmanın ve inovasyonun başta gelen şartı olduğu bilgi toplumunda bu gereklilik aynı zamanda ekonomik gelişmenin de başta gelen şartlarından biri oldu. Farklı ulusların, ırkların, dinlerin, inançların bizi bir araya getirdiği küçücük global köyümüzde huzur ve barışın, refah ve mutluluğun olmazsa olmaz şartı muhakkak ki uzlaşma.

Ülkemizin içinde bulunduğu böylesi bir ortamda okuduğum bir romandaki birkaç satır, bugünkü yazımızın başlığını oluşturan yukarıdaki soruyu sordurttu bana.

Pek tabii ki matematiksel olarak doğru olan bunun tersi.

Matematiği bir kenara bırakırsak, bölen büyüdükçe bölünen de büyür mü? Soru, L.N. Tolstoy’un “Diriliş” adlı romanında aşağıdaki satırları okurken akla geliyor (İş Bankası Yayınları, sh. 574): “Bu adamın akıl gücü, yani böleni büyüktü. Ama kendi hakkındaki düşüncesi, yani bölüneni çok daha büyüktü ve çok uzun zamandır akıl gücünü kat kat geride bırakmıştı.”

Bu değerlendirmeyi romanın kahramanı Nehlüdov, Çarlık Rusyası’nda Sibirya’ya sürgüne gitmekte olan yasadışı devrimci bir grubun lideri olan Novdvorov için yapar. 

Yazar, Novdvorov’un karakter özelliklerini şöyle anlatır: “Novdvorov şöhret düşkünü, hep birinci olma isteğinde olan bir karakter taşır… Bir kere yönünü seçtikten sonra asla şaşmıyor, kararsızlığa düşmüyordu. Dolayısıyla da hiç yanılmayacağından emindi. Herşey ona göre olağanüstü basit, açık ve kesindi. Kendine güveni o kadar fazlaydı ki bu güven ya insanları kendinden uzaklaştırabilir ya da kendine bağlayabilirdi” (sh.575). 

Romanda, yine aynı sayfada, Novdvorov’un tanıtılmasına şöyle devam edilir: “Arkadaşları ona cesaretinden ve kararlılığından dolayı saygı gösterseler de sevmiyorlardı. O ise hiç kimseyi sevmiyor, herhangi bir üstünlüğü olan herkesi rakip olarak görüyordu… Başkaları onun yeteneklerini ortaya koymasına engel olmasınlar diye onların tüm akıllarını, yeteneklerini kökünden koparıp alabilirdi. Sadece önünde eğilen insanlara iyi davranıyordu.”

Novdvorov özelliklerine sahip bir insan için Tolstoy, roman kahramanı Nevlüdov’un ağzından, bölen büyüdükçe bölünenin de büyüyeceğini bu satırlarla anlatıyor.   

Tolstoy, bölen olarak, Novdvorov’un akıl gücünü, bölünen olarak da onun sahip olduğu akıl gücüyle kendisini nasıl gördüğünü anlıyor. Yazara göre Novdvorov karakterinde, onun kişisel özelliklerine sahip olan birisi için, bölen büyüdükçe bölünen daha da fazla büyüyor. Hem de bölenin kat be kat fazlasıyla. 

Evet, bazı kişisel özellikler bölen büyüdükçe bölüneni büyütebiliyor. Hatta bu özelliklere sahip kişilerin gücü arttıkça bölenin büyümesi bölüneni onun katlarıyla bile artırabiliyor ve süreç çok trajik şekillerde sonuçlanabiliyor. “Göz olanı, akıl olacağı görür” atasözünde akla biçilen işlev ortadan kalkıyor. Akıl geleceği değil, kendini daha büyük görmenin bir aracı haline geliyor. Akıl dev aynasına dönüşüyor. Kişinin gücü arttıkça da kendisinin büyüklüğüne ve haklılığına inanmasını sağlayacak gerekçeler bulması kolaylaşıyor. Hemen etrafını sarıveren dalkavuk ordusu bu süreci hem hızlandırıyor hem de daha trajik sonuçlara doğru tırmandırıyor.

Güç bir de korkuyu yanına alırsa sürecin trajikleşmesi çok daha korkutucu seviyelere çıkabiliyor. Güç arttıkça gücü kaybetme korkusu da artmaya başlıyor. 1991 yılında hem Nobel Barış Ödülü ve hem de Sakharov Düşünce Özgürlüğü Ödülü sahibi Myanmarlı bir eylemci olan Aung San Suu Kyi, Sakharov Ödülü’nü kabul ederken yaptığı konuşmada şöyle diyordu: “Güç değil, korku yozlaştırır. Gücü kaybetme korkusu gücü elinde tutanları, gücün kırbacına duyulan korku ise güce tabi olanları yozlaştırır.” Yozlaşma sadece güç sahipleri ile sınırlı kalmıyor, güce tabi olanları ve ondan yararlananları da yozlaştırıyor. Bölen büyürken bölünenin daha fazla büyümesi, hatta katlanarak artması buradan kaynaklanıyor olsa gerek.

Çağımız paradigmalarına uygun olan muhakkak ki bölen büyüdükçe bölünenin küçülmesidir. Romanda olduğu gibi, akıl gücü olarak ortaya konan bölen büyüdükçe, kişinin kendisini daha da, hatta kat be kat daha da büyük görerek bir megalomaniye değil, tersine olabildiğince tevazuya yönelmesi gerekir. Akil insan olmanın başta gelen şartlarından biri bu özellik. 

Her ne kadar Cenap Şahabettin, “fazla tevazu göstermeyin, aslı var zannederler” dese de doğru olan tevazu sahibi olmak. “Aslı var” zannedenler, Aung Sun Suu Kyi’nin işaret ettiği gibi, “gücün kırbacına duyulan korku ile güce tabi olup” onu yüceltenlerdir. Gücün dalkavukluğunu yapanlardır. Güç sahibi zor durumlara düştüğünde gemiyi ilk terk edenler de genellikle onlar oluyor. 

Yazımızın sonunu “uzlaşma, uzlaşma, uzlaşma” diyerek bağlamak istiyoruz. İçinde bulunduğumuz somut şartlarda uzlaşmanın ilk ve en etkin adımının bir koalisyon, mümkün olduğunca büyük bir koalisyon olduğunu düşünüyoruz. Ülkemizin içinde bulunduğu bu zor şartlardan kurtulup demokrasi yolunda gelişip büyümesi, refah seviyesini artırması sadece bizim için değil, tüm İslam ülkeleri ve geri kalmış ülkeler için de bir kurtuluş müjdecisi olacaktır. Unutmayalım, ülkemiz, Türkiye Cumhuriyeti, Birinci Dünya Savaşı sonrasında gerçekleştirdiği Kurtuluş Savaşı’yla dünyanın tüm mazlum ülkelerine bağımsızlık müjdesi vermişti. Şimdi de sıra, ülkemizin başta İslam ülkeleri olmak üzere dünyanın tüm mazlum ülkelerine demokrasi müjdesini vermesine gelmiştir. Bazı dönemlerde zorlanarak da olsa, tüm İslam aleminde demokrasiyi yıllardır sürdürme başarısını gösteren Türkiye Cumhuriyeti için bu misyon mukaddes bir görev olarak kabul edilmelidir. Umalım ve dileyelim ki, ülkemiz bu görevi de yerine getirmeyi başarsın. Bu görevin üstesinden de alnının akıyla çıksın.      

Yazara Ait Diğer Yazılar Tüm Yazılar
Bir deneme 09 Kasım 2018
Geleceğin tarihini yazmak 01 Aralık 2017
Bayramlaşma köprüsü 23 Haziran 2017