Yaşamın dördüncü çeyreğine girerken

Tamer MÜFTÜOĞLU
Tamer MÜFTÜOĞLU KOBİ'LERDEN GİRİŞİMCİLİĞE

Nisan ayında 74 yaşımı tamamlayıp 75 yaşıma adım attım. Artık hayatımın dördüncü çeyreğindeyim. Şöyle bir geriye dönüp baktığında “neler gelip geçti” diye düşünüyor insan. Evet, neler gelip geçti ve daha neler geçip geçecek? Birincileri biliyoruz ama ikincileri bilmiyoruz.

Ancak birincilerden kazanılan tecrübelerle ikinciler daha iyi değerlendirilebiliyor. Geçmişi tekrar yaşamak mümkün değil ama geleceğimizi daha akıllıca oluşturabiliyoruz. Bu konudaki en etkili silahımız da aklımız. Aklımızı cesaretle kullanmamız gerekiyor. Fikirlerle coşmak, hele hele fikirlerle sarhoş olmak değil fikirlerle düşünmek gerekiyor. Kendimizi ideolojilerin zincirinden kurtarıp yelkenlerimizi değişen şartların ve onların getirdiği yeni paradigmaların ufuklarına doğru açmamız gerekiyor.

Ben de yaşamın dördüncü çeyreğine girdiğim nisan ayı yazında geriye bakıp ders çıkartabileceğimiz birkaç olaya odaklanmak istiyorum.

Benim hemen aklıma 1970’li yılların ilk yarısındaki Avrupa Birliği (o zamanki adıyla Avrupa Ekonomik Topluluğu) üyelik başvurusu tartışmaları geliyor. “Onlar Ortak Biz Pazar” sloganının sarhoşluğu içinde ne kadar önemli bir fırsatı kaçırdığımızı her geçen gün daha iyi anlıyoruz. O yıllarda Mülkiye’de genç bir asistan olarak ben de o sloganın arkasında duruyordum. Maalesef politikacılarımızın, iş adamlarımızın, sendikalarımızın büyük çoğunluğu da o sloganın sarhoşluğuna kapılmıştı. Verilerle, geleceğe ilişkin değerlendirmelerle ve çağdaş paradigmalarla değil mevcut inançlarımızla ve ideolojilerimizle yaklaşıyorduk konulara. Kısaca, fikirlerle düşünmüyor, fikirlerimizle sarhoş olmayı tercih ediyorduk. (Not: “Fikirlerle düşünmek” ve “fikirlerle sarhoş olmak” deyimleri Fransız filozofu Raymond Aron’a ait. Aron 1950’li yıllarda yazdığı “Aydınların Afyonu” adlı eserinde Fransız aydınlarının fikirlerle düşünmek yerine fikirlerle sarhoş olduklarını anlatarak bunu eleştirmiştir.)

Geleceğimizi oluştururken yaşadığımız çağın değerlerine, paradigmalarına uyum sağlamak geliyor. Kısaca çağa ayak uydurmak gerekiyor.

Bu konuda Anayasa Mahkemesi Başkanı Sayın Zühtü Arslan’ın mahkemenin 56. kuruluş yıldönümü dolayısıyla 22 Nisan 2018 günü düzenlenen toplantıda yaptığı konuşmaya atıfta bulunmak istiyorum.

Anayasa Mahkemesi Başkanı burada yaptığı konuşmada anayasaların günümüzde iki temel işlevi olduğunu dile getirdi. Bunlardan birincisinin “bireyin sahip olduğu temel hak ve özgürlüklerin güvenceye alınması” olduğunu söyledi. İkinci temel işlevinin de, birinci temel işlevi yerine getirmek amacıyla, “devlet otoritesinin sınırlarını çizmek” olduğunun altını çizdi.

Arkasından da ilave etti: “Anayasaların bu iki işlevi başarıyla sürdürmesi bilhassa yargının yasama ve yürütmeden bağımsız olmasını gerektirir.” Bu sözlerle Anayasa Mahkemesi Başkanı kuvvetler ayrılığı prensibinin günümüzdeki olmazsa olmaz özeliğine vurgu yaptı. Temel hak ve özgürlüklerin ancak bu yolla gerçekleştirilebileceğinin altını kalın harflerle çizmiş oldu.

Prof. Dr. Zühtü Arslan konuşmasını, yine çağımızda da önemini artarak devam ettiren bir başka eskimeyen kadim değere vurgu yaparak sürdürdü. Bir toplumda ideal bir yargı düzeninin sahip olması gereken 3 A’ları akıl, ahlak ve adalet olarak sıraladı. Yarınlarımızda yaşamın tüm alanlarında önem kazanacak olan yapay zeka algoritmalarıyla robotlaşmış dünyasında bu kadim değerlere aklımızla sahip çıkmamız, yeni dünyada da bu değerlerin egemen olması gereğine işaret etti. Zira gelecekte insanlığı nelerin beklediğini bilmiyoruz ama yeni dünyamızda bu kadim değerlerin egemenliğini artırarak sürmesi gerektiğinin bilincinde olmalıyız. Etiğin altın kuralının hedef tahtasında varlığını sürdürmesini sağlaması gerekiyor insanlığın. Zira robotların etik değerleri yok, hak ve adalet değerleri yok! Ama robotların oy hakları da yok! İşin başında, robot egemenliğine teslim olmadan bu gelişmeye yasal düzenlemelerle bir hukuk elbisesi giydirilebilecek mi? Hak ve adalet değerlerini egemen kılabilecek miyiz? Bu değerleri korumak, hatta güçlendirmek gerekiyor. Onlarsız ne politika, ne ekonomi ve ne de işletmecilik doğru dürüst yürümüyor.

Aklımızı, dikkat ve enerjimizi yöneltmemiz gereken bir başka alanın da eğitim ve öğretim olması gerekiyor. Bu konu genç bir nüfus yapısına sahip olan ülkemiz açısından bilhassa önemli. Zira genç nüfus yapısı Türkiye’nin geleceğe yönelik sahip olduğu en büyük avantajı.

Ayrıca bu avantajımızın gelişmiş ülkelerde olduğu gibi 20-30 yıl sonra geri saymaya başlayacağını da biliyoruz.

TÜİK’in nisan ayı içinde yayınladığı bir istatistiğe göre Türkiye nüfusunun yüzde 28.3’ünü çocuklar (0-17 yaş grubu) oluşturuyor. Yani eğitim ve öğretime en uygun yaş dönemi.

Nüfusumuzun ortalama yaşı da 28 civarında. Yine eğitim ve öğretim için uygun, elverişli bir nüfus yapısı verisi. Fakat toplumumuzun çoğunluğu mutsuz. Dünya Mutluluk Raporu'na göre Türkiye 156 ülke arasında mutluluk sırlamasında 4. sırada yer alıyor. Yine TÜİK’in Yaşam Memnuniyeti Araştırması'na göre mutlu olduğunu söyleyen vatandaşlarımızın sayısı 2016 yılına göre yüzde 3 oranında azalarak 201 yılında yüzde 58’e gerilemiş.

Şimdi nerede olduğunu hatırlayamadığım bir yerde şöyle bir değerlendirme okumuştum:

İnsanın kişisel olarak uğradığı en büyük yenilgi, olabileceği kişi ile gerçekte olduğu kişi arasındaki farkla belirlenir. Herhalde en üzücü olan, insanın sahip olduğu kişi arasındaki farkla belirlenir. Herhalde en üzücü olan, insanın sahip olduğu yetenekleri gözden kaçırarak, yaşamının en iyi ve verimli yıllarını yapamayacağı, hatta hiç istemediği şeylere odaklanarak, belki bunun farkında bile olmadan geçirmiş olması. Çok insan bu şartlarda güçlü yanlarını daha da güçlendirmek yerine, zayıflıkları üzerine odaklanma konusunda daha fazla zaman harcıyor.

Sahip olmadıkları şeylere odaklanarak gerçekten sahip oldukları becerilerini göz ardı ediyor.

Çocuklarımızın gelecekteki mesleklerine üniversite giriş sınavlarıyla adeta kura çekilerek yönetildiği ülkemizde insanlarımızı mutsuzluğa adeta baştan mahkum ediliyor.

“Ne yapmalı?” derseniz cevabımız şu olacak. Ana okullarından üniversitelere kadar tüm eğitim ve öğretim aşamalarında görev alan öğretmenlerin teşvik edilmesi, öğretmenlik mesleğinin maddi ve manevi açılardan yüceltilmesi. Mesleğinde çok nitelikli öğretmenlere geniş yetkiler vererek çocuklarımıza ve gençlerimize çağdaş eğitim ve öğretim imkanlarının sunulması. Bunun için çocuklarımızın ve gençlerimizin eğitim ve öğretimi için milli gelirimizden daha çok pay ayrılması. Gerekirse bunun için milli gelirimizden en az yüzde 10-15 oranlarında pay ayrılması zorunluluğunun anayasamıza konulması. Öyle veya şöyle bunu sağlamanın yolları bulunacaktır. Yeter ki isteyelim ve gerekenleri yapalım.

Yaşamımın dördüncü çeyreğine girerken 24 Haziran erken seçimlerinin gündemde olduğu bu günlerde politika konusundaki iki dileğimi de gündeme getirmek istiyorum.

Bunlardan birincisi siyasi partilerimizin gerektiğinde, daha isabetli bir ifadeyle kapı çaldığında, büyük koalisyon kurmayı gerçekleştirmeleri. Buna cesaret edip gerekli sorumluluğu yüklenerek ülkenin önünü açma konusunda girişimde bulunmaları. Bu konuda tüm partilerimize önemli bir sorumluluk düştüğü görüşündeyiz. Unutmayalım, karşındakine güvenirsen güven kazanırsın.
Türkiye’nin demokrasi tarihinde büyük koalisyon olayı ilk kez 27 Mayıs 1960 darbesi sonrasındaki ilk seçimden sonra 20 Kasım 1961 tarihinde birinci parti CHP ile ikinci parti AP (Adalet Partisi) arasında kuruldu. 27 Mayıs askeri darbesi sonrasında çok zor şartlar altında, politik kutuplaşmanın en uç aşamalara ulaştığı bir dönemde gerçekleştirilen bir koalisyon başarılı oldu mu sorusunun cevabı kanaatimizce kayıtsız şartsız “evet” olmalıdır. Zira bu koalisyon sayesinde 1962 Şubat ayındaki ve 1963 Mayıs ayındaki iki askeri darbe girişimi önlenerek Türk demokrasisinin önü açıldı.

Keşke 27 Mayıs 1960 darbesi öncesinde, 1958 yılında, 1957 yılı seçimleri sonrasında, ülkemizdeki ekonomik sorunların ve politik gerginliklerin arttığı bir ortamda da, o dönemin iktidar partisi Demokrat Parti ile ama muhalefet partisi olan CHP arasında bir büyük koalisyon gerçekleştirilerek seçimlere gidilebilseydi. Herhalde bu durumda 27 Mayıs 1960 askeri darbesi de gerçekleşmeyecekti.

Hele hele Haziran 1977 seçimleri sonrasında hiçbir partinin tek başına iktidara gelemediği, yine politik gerginliklerin hatta terör olaylarının en üst aşamaya tırmandığı bir dönemde kaçırılan, CHP ile seçimden ikinci parti olarak çıkan Adalet Partisi arasında gerçekleştirilebilecek bir büyük koalisyon fırsatının kaçırılması! Bu fırsatın kaçırılması ülkemize ne kadar pahalıya mal oldu.

Böylesi bir koalisyonun 1977 yılında kurulması Türkiye’nin bugünkü politik çıkmazlarının temel nedeni olan 12 Eylül 1980 askeri darbesinin gerçekleşmesini engelleyebilecekti. O dönemin olası bir büyük koalisyonunun mimarları konumunda olan rahmetli Bülent Ecevit ve Süleyman Demirel birbirlerinin ellerini sıkmak yerine yumruklarını sıktılar. Yumrukla da el sıkışamayınca büyük koalisyon fırsatı kaçırıldı. Ama aynı kişiler yıllar sonra Cumhurbaşkanı ve Başbakan olarak birbirlerinin ellerini sıktılar. Karşılıklı saygı ortamında uyum içinde çalıştılar.

Politika konusundaki ikinci dileğimize gelince. Yaşamayı oluşturan TBMM’de milletvekillerimizin gerçek anlamda, “milletvekili” adının hakkını vererek, milletin vekilleri olarak seçilmeleri. Parti genel başkanlarının veya partinin yetkili organlarının kararlarıyla değil, milletin seçimiyle bu unvanlarını kazanmaları. 1990 öncesinde ön seçim uygulamaları ile az çok sağlanmış olan böylesi bir düzenlemenin seçim konusunda yapılacak değişikliklerle daha etkili bir düzenlemeye kavuşturulması demokrasimiz açısından muhakkak ki çok hayırlı olacaktır.

Yazara Ait Diğer Yazılar Tüm Yazılar
Bir deneme 09 Kasım 2018
Geleceğin tarihini yazmak 01 Aralık 2017
Bayramlaşma köprüsü 23 Haziran 2017