Değerleri değil, dinamikleri tartışma zamanı

Adnan NAS
Adnan NAS ASLINA BAKARSANIZ adnan.nas@stfa.com

Muhtemelen 2002’den bu yana toplumun bütün hücreleriyle siyasete en fazla odaklandığı bir yıl yaşıyoruz. İki önemli seçimi atlatmış olmamıza rağmen en azından önümüzdeki Haziran’a yani genel seçimlere kadar herkesin günlük hayatlarıyla ilgili sorunlara göre konuşmayı daha çok tercih ettiği bu sıcak siyasi atmosfer devam edecek gibi görünüyor. Bir önceki yazıda da söz etmiştim, temel sorunlarını halletmiş ve kurumsal yapısı güçlü bir toplum olsaydık bu süreci maliyeti öngörülebilir ve sistemin konjonktür dalgalanmalarına uyumu kendiliğinden sağlayabileceği sıradan bir olgu olarak değerlendirebilirdik. Oysa biz krizin son altı yılda yarattığı küresel bulanıklığı yapısal direncimizi birinci lig ülkelerine yakın bir düzeye çıkarmak ve mutfağımızı düzeltmek için kullanamadığımız gibi, iki yıla yaklaşacak bu seçim konjonktürünü de çok önemsediğimiz siyasal güç iddiasını anlamlı hale getirecek asıl parametreler olan yapısal ve ekonomik risk faktörlerini ve dönüşüm sürecini yeterince tartışmadan geçirmekteyiz. İktidar gücü için gösterilen heyecan ve coşkunun bir parçasının dahi alternatif strateji ve yol haritası tasarımı için gösterilmediğini, üstelik kimsenin de bunu pek umursamadığını görmek gerçekten can sıkıcı. 

Yeni bir gecikme riski 
Bu kayıtsızlık, özellikle uzunca bir aradan sonra dünyada ve bölgedeki değişimin yeniden hızlandığı bir dönemde tehlike arzediyor. Salt siyasal nitelikli analiz ve politikaların, ülkenin yapısal zaafl arını gidereceğini ve iç dinamiklerini güçlendireceğini sanmanın çok iyimser ve iddialı bir varsayım olacağını akıldan çıkarmamak gerekir. Aksine, yapısal direnci ve içsel ekonomik / kurumsal dinamikleri güçlü ülkelerin bölgede ve dünyada ağırlık kazanabileceği yakın tarih içinde defalarca kanıtlanmış bir gerçek. Ne kadar yetenekli ve çalışkan politikacılara sahip olursanız olun, toplumun bu niteliksel kimliği olumlu yönde dönüştürülmedikçe, yeni küresel düzende şekillenmekte olan rekabet koşullarına ayak uydurmanız fazlasıyla zorlaşır. 

Aslında konu, son üç yüzyılda sonuçlarına katlanmak zorunda kaldığımız kronik gecikme sorununu yeniden yaşayabileceğimiz korkusu ile de yakından ilgili. Endüstri devrimini ıskalamanın iki yüzyıla yayılan maliyetini hâlâ telafi edememişken, bu defa da son otuz yılda belirginleşen bilgi toplumu standartlarından uzak kalma riskiyle karşı karşıyayız. Öyle ki üretim, iş yapış ve hatta yaşam tarzları değişirken, biz artık terkedilmekte olan eski standartlara erişme çabası içinde gibi görünüyoruz. Kalıcı büyümenin asıl kaynağını eğitimli insan kaynağından, teknoloji ve inovasyondan geçtiği açık iken biz hâlâ rant ve tüketim odaklı, sınırlı tasarrufl arını da inşaat gibi üretkenliği düşük yatırımlara yönlendiren ve kaynak açığını dış borçlanma ile gideren, tıkanmaya mahkum bir model ile ilerlemeye çalışıyoruz. Bu model, bir yandan da eğitimli işgücüne ihtiyacı azaltarak istihdam sürecini çıkmaza sürüklüyor. Kamu finansmanını sağlıklı kaynaklara kavuşturup zorunlu tasarrufl arı arttırmanın yolu rantların vergilendirilmesi ve kayıtdışılığın azaltılması iken bu alandaki adımları inatla erteliyoruz. Yüksek katma değerli bir üretim yapısı kurmak ve ürün teknolojileri geliştirmek için başta kamu tasarrufl arı olmak üzere kaynak tahsisinde birinci önceliği Ar-Ge’ye ve eğitim kalitesine vermek, teşvik sistemini de yüksek teknoloji eksenine oturtmak gerekirken tercihlerimizi bu yönde netleştirmiyor, teşvik rejimini de yamalı bohçaya çevirerek verimsiz işletmeleri ayakta tutacak bir hale getiriyoruz. 

Değişimin yapısal temeli 
Gerçi 10. Kalkınma Planı’nda lafzen bu yönde doğru hedefl erin sıkça zikredildiğini görmek mümkün. Ancak malum, planlar genellikle kağıt üstünde kalıyor, somut politikalar ve eylem planları ile desteklenmediğinde hayata geçmiyorlar. Hem bazı alanlarda zaman içinde gerilediğimizi gösteren işaretler de var. Sözgelişi bizim kuşağın lise eğitimi sırasında yani kırk yıl kadar önce Türkiye daha yoksuldu ama önemli bir bölümü gelişmiş ülkelerde okumuş öğretmenlerin düzeyi de, biz öğrencilerin bilgisi ve sorumluluk bilinci de çok daha yüksekti. 

Yine yeni oluşmaya başlayan özel kesimde şimdiki gibi binlerce şirket yoktu ama zamanın paradigmasına uygun şekilde ürün odaklı da olsa belirgin bir sanayi önceliği ve üretim kültürü vardı. Zaten 90’lı yılların ortasında Gümrük Birliği sınavından başarıyla çıkmamızı bu birikime borçluyduk. 

Sayın Erdoğan’ın Cumhurbaşkanı seçildikten sonra balkon konuşmasında yaptığı “toplumsal uzlaşma” çağrısı, gerçek gündeme dönüşe yol açarsa, yeni bir gecikme riskinden kaçınma ümidimiz artar. Böylece seçimlerin ortaya koyduğu temel gerçeklerden biri olan “halkın seçenekler arasında hep değişim vurgusu yapanı tercih etmesi”, belki de bu kez değişimin yapısal içeriğinin ön plana çıkması ile sonuçlanır. En önemlisi de, umarız, artık bıkkınlık getiren “değerler üzerinden siyaset” değil, “toplumsal dinamikler üzerinden siyaset” yapılır.

Yazara Ait Diğer Yazılar Tüm Yazılar
Seçim biter, kriz bitmez 02 Temmuz 2019
Yolun sonuna geliyoruz 11 Haziran 2019