Güvenlik ve durgunluk yılı mı?

Adnan NAS
Adnan NAS ASLINA BAKARSANIZ adnan.nas@stfa.com

Yeni yıla Reina katliamıyla yaptığımız berbat başlangıç, insan soyunun umutlarını canlı tutmak ya da tazelemek için yarattığı bir illüzyonu da bozdu. Gerçekten de yılları böyle keskin çizgilerle ayırıp kehanetlerde bulunmak, astrologlar dışında, kimsenin bir işine yaramıyor. Ama özellikle değerlendirilmesi ölçme ve karşılaştırma gerektiren ekonomi gibi alanlarda böyle bir takvimsel ayırım kaçınılmaz. Ne var ki, ayrıntılarını son birkaç yazımızdan hatırlayacağınız gibi, bu anlamda 2017’den umutlu olmak için fazlaca bir neden görünmüyor. Geçen yıldan daha iyi bir performansın önkoşulları gibi görünen siyasal gerginliklerin, bölgesel jeopolitik risklerin azalması ya da ikna edici bir reform sürecinin başlatılması en azından ilk altı ayda mümkün olmadığı gibi, yılın ikinci yarısında da buna ilişkin beklentiler düşük. Üstelik Reina faciasının kurbanlarında sembolik yankısını da görebileceğimiz bir imaj tahribatına da maruz kaldık: Mevcut gücümüze bölgesel bir ağırlık ekleme vizyonuyla girdiğimiz talihsiz Ortadoğu girdabından, oradaki ülkelerden bizi yüzyıla yaklaşan bir süredir olumlu ayrıştıran ve o toplumlara ilham veren çoğulcu ve laik özelliklerimizi yitirerek çıkma ihtimalimiz, en azından dışarıdan bakanlar için, ciddiyet kazanmaya başladı. 2017’de bu trendi değiştirecek gerçekçi politika revizyonları ve pozisyon düzeltmesi yapabilecek miyiz, tahmin etmek çok güç. Umarız beklenmeyen olur ve kamu yönetimi artan durgunluk ve kriz işaretlerini dikkate alarak içeride de bir kurumsal restorasyon ve ekonomide yapısal dönüşüm iradesini çok geç olmadan ortaya koyar.

2017 için umut veren parametre yok

Yeni yılın her bakımdan kabus yılı olarak nitelenen 2016’dan daha iyi olacağına, özellikle ekonomi ve iş dünyası yönünden, dayanak alınabilecek bir gösterge bulunmuyor. Nasıl olsun ki bir yandan cari açık ve büyüme arasındaki ters korelasyon yapısal tıkanmanın bir işareti olarak son yıllarda kalıcı hale gelirken, kurumsal kapasitedeki aşınma ve AB çıpasının yitirilmesi ekonomik performansı tümüyle kontrol dışı hale getirdi ve dış konjonktürdeki risk alma hevesine bağımlı kıldı. Bu da risk puanının ve talep edilen faizin yükselmesi, aynı zamanda doğrudan yatırım girişlerinin azalması anlamına geldi. Oysa içerde hem faizleri düşük tutma, hem de güven kaybı nedeniyle duraklayan sabit sermaye yatırımları yerine ekonomiyi canlandırmak için enflasyonu ve cari açığı azdıracak tüketim harcamalarına yüklenme tercih edildi. Bu gidişin döviz kriziyle sonuçlanacağı belliydi ve küresel likiditedeki daralma, terör/ Suriye krizi ve kaynak dağılımındaki yanlışlıklar birleşince TL’de son üç ayda gözlediğimiz büyük değer kaybı gerçekleşti. Üstelik kısa sürede döviz kuru artışının iç fiyatlara yansıdığını ve enflasyonda ciddi bir kıpırdanma olduğunu gördük. Merkez Bankası rezervlerinde son iki ayda oluşan 14 milyar dolarlık düşüş de cabası. Ne yazık ki bu trendleri ve yavaş büyümeyi değiştirecek bir parametre yeni yılda da ufukta görünmüyor. Tek tesellimiz, istihdam vb. verilerle doğruluğu sorgulansa da, TÜİK’in yeni serisiyle daha iyi durumda olduğumuzu anlamamız. Kaldı ki o da büyümedeki trend açısından geleceğe yönelik olumlu bir sinyal vermiyor.

Gerçekten de, turizmdeki kriz, ihraç pazarlarındaki durgunluk, petrol fiyatlarındaki artış gibi kontrol dışı değişkenlerdeki olumsuzluğun devam ettiği, jeopolitik risklerin de en azından 2017 sonuna kadar hafiflemesinin beklenmediği göz önüne alınırsa manevra alanımız iyice daralıyor. Hele ABD’nin özgül ağırlığı yüksek Foreign Policy dergisinin 2017’de dünyadaki muhtemel çatışma alanları içinde Türkiye’yi, Suriye-Irak’tan sonra, ikinci sıraya koyduğunu görmek ürkütücü. Bizden sonra sıralanan coğrafyaları merak ediyorsanız söyleyeyim: Yemen, Büyük Sahra, Demokratik Kongo, Güney Sudan, Afganistan, Myanmar, Ukrayna ve Meksika. Daha yılın ilk haftasında iki terör saldırısına tanık olmamız da maalesef bu değerlendirmeyi doğruluyor. Buna yol açan nedenleri de dergi, “çözüm süreci”nin bitişi ve 350.000 kişinin yerinden edilmesi, darbe girişimi sonrası tutuklama ve görevden almaların ölçüsüz düzeye varması, Ortadoğu politikalarında ve Rusya- İran ile anlaşmadaki belirsizlikler, içeride siyasal sistem tartışmasının yarattığı gerginlik olarak belirtiyor. Dilerim abartılı bir değerlendirmedir, yoksa 2016’daki darbe travmasına benzer bir güvenlik sendromu yeni yıl tablosunun hakim figürü haline gelebilir.

Maliye politikasındaki açmaz

Üstelik diğer alanlardaki sorunların sayısının artması, her alandaki çözümün hareket noktası olacak ekonomideki odaklanmayı dağıtma riski taşıyor. Oysa o cephede durumun hassasiyeti giderek artıyor. Para politikalarında gevşemenin sonuna geldiğimiz döviz kuru ve enflasyondan belli. Maliye politikalarında da elimiz rahat değil. Kamu harcamalarında, vergi barışı ve dolaylı vergilerde artış gibi sürdürülebilir olmayan tedbirlerle zorlukla sürdürebildiğimiz mali disiplin çıpasını tehlikeye sokacak bir manevra alanımız yok. Diğer bazı yükselen ülkelerde, örneğin Latin Amerika’da, olduğu gibi bize kısa vade ve uzun vadede konjonktüre göre farklı mali denge planları yapma imkanı verecek doğal kaynaklarımız yok. İç tasarruflarımız da, TÜİK güncellemesinin yarattığı yüzde 24 gibi oldukça yüksek orana rağmen, hata riskini bir yana bıraksak bile herhalde mobilize olmadığı yada sistem dışı kaldığı için, mali sistemde ve finansman koşullarında rahatlama getirmiyor. Kısaca ne kısa vadede ne de orta vadede büyüme için bütçeyi fazla gevşetme lüksümüzün olmadığı açık.

Zaten, genel olarak dışarıda yarattığımız algının aksine, hükümetin rasyonel sözcüsü Şimşek’in mesajları da AB çıpasının, cari açığı azaltıp tasarrufları arttırmanın, reel kesimin kur riskini yönetmenin önemini vurguluyor. Ancak sözünü ettiği bir husus ilginç ve irdelenmeye değer: Türkiye’nin gelir politikalarının, bütçesinin ve vergi politikalarının yeniden kurgulanması gereği. Yıllardır sürekli olarak çeşitli hükümetlerin en yetkili pozisyonlarında bulunmuş birinin bunu ifade etmesi, bu gereğin şimdiye kadar neden gerçekleştirilmediği sorusunu da haklı ve kaçınılmaz kılıyor. Sorunun cevabı, aslında herkesin üzerinde ittifak ettiği yapısal dönüşümün neden geciktirildiği bilmecesinin de anahtarı...

Yazara Ait Diğer Yazılar Tüm Yazılar
Seçim biter, kriz bitmez 02 Temmuz 2019
Yolun sonuna geliyoruz 11 Haziran 2019