Krizi başımızın en büyük belasından kurtulmak için bir fırsata çevirebiliriz

Hakan GÜLDAĞ
Hakan GÜLDAĞ hakan.guldag@dunya.com

Türkiye’nin duayen iktisatçılarından Ege Cansen’e göre, eğer doğru adımları atarsa Türkiye yaşadığı krizden “en büyük belasından” kurtularak çıkabilir. “Yapısal reform için elimize büyük bir fırsat geçti” diyen Cansen, Türkiye’nin cari açık vermeden yüzde 5, hatta daha üzerinde büyüyebileceğini öne sürüyor. Cansen, bu iddiasını ve formülünü DÜNYA’ya anlattı.

- Türkiye ekonomisi epey zorlu bir dönemden geçiyor. Malum, her kriz aynı zamanda bir fırsattır sözü var. Krizin yarattığı sıkıntıları her yerde görüyoruz da, hakikaten buradan bir fırsat çıkma ihtimali de var mı?

Bu kriz bir fırsata dönüşebilirdi. Ve hala dönüşebilir. Türkiye, ekonomideki en büyük belası cari açıktan kurtulup, cari fazla veren bir ülke haline gelebilir. Yeterli gerekli iradeyi göstersin…

- Nasıl?

Bakın, Türkiye’de herkesin kabul ettiği, adeta bir inanç haline gelmiş bir söylem var: ‘Biz cari açık vermeden büyüyemeyiz.’ Neden? ‘Çünkü efendim bizim tasarrufumuz düşüktür. Belli miktarda büyüyebilmemiz, yatırım yapabilmemiz için yurt dışından tasarruf ithal etmeye mecburuz. Bunun diğer adı da cari açıktır. Biz cari açık olmadan büyüyemeyiz…’

CARİ AÇIK VERMEDEN BÜYÜMEK MÜMKÜN

- Bugüne kadar pratik de bunu göstermedi mi? Cari dengeye ancak ekonomi durgunsa yaklaşıyoruz…

Doğru… Bunu “cari açıksız büyüyebiliriz belki ama yüzde 1, bilemedin yüzde 2 büyürüz. 5-6 büyümemiz imkansız” diyerek ifade edenler de var. Ben cari açık sıfır ama büyüme ne olursa olsun da demiyorum. Benim ortaya koyduğum net hedef şu: Ortalama yüzde 5 büyüyüp sıfır cari açık vermek. Ki, yüzde 5 Türkiye’nin potansiyel büyümesidir. Daha fazla da büyüyebiliriz. Yüzde 6, yüzde 7… Ama minimum koyuyorum hedefi; yüzde 5 büyüyeceğiz ve cari açık vermeyeceğiz. Böyle bir yapıya, modele geçebilir mi? Hani diyoruz ya; yapısal reform... Yani hazır bu krize girmişken böyle bir fırsatı yakalayabilir miydik? Bir faz değişikliği yapabilir miydik? Madem taşlar yerinden oynadı, madem bir belanın içine girdik. Bunu bir fırsat olarak kullanabilir miydik?

- Sizin yanıtınız nedir?

Kullanabilirdik ama tabii bu bir irade meselesiydi. Birçok başka faktör de var ama ben bu vesile ile yine de bugün olmazsa yarın ama bir gün mutlaka Türkiye’nin cari açık vermeden minimum yüzde 5 büyüyeceği bir ekonomik yapıya geçmesi gerektiğini ve bunun da mümkün olduğunu söylemek istiyorum.

- Peki ama nasıl? Formülü nedir bu işin?

Sonuna kadar beklemeden söyleyeyim: En tepede devalüasyon… Diyelim ki yüzde 40. Onun altında bir enfl asyon. Ona da diyelim yüzde 35. Ve onun altında da gelir artışı. Diyelim ki yüzde 30. Yani, 5-5-5… 40-35-30… Daha kuvvetli doz vermek istiyorsak; 40-30-20 de diyebiliriz.

- Yani bu formülde, devalüasyon yüksek tutulacak. Ama enfl asyona geçişkenliği o kadar yüksek olmasın, çalışanların ücretleri onun da altında olsun istemeliyiz ki bu bir sarmala yol açmasın…

Aynen böyle... Zaten gelir artışları enfl asyonun altında kalmazsa, enflasyon gider devalüasyonu yakalar. Bu ekonomiyi ‘wage-price spiral’ denilen ücret-fiyat sarmalına sokmak olur. Burada iki sarmal var. Üstteki sarmalın adı ‘devalüasyon-enfl asyon’ sarmalı. Hemen altındaki sarmalın adı da ücret-fiyat sarmalı…

- Bu durumda halk üzülecek…

Evet, halk üzülecek.

- Çalışan kesim ciddi sıkıntıya girecek...

Evet, girecek.

- Başka yolu da yok diyorsunuz, öyle mi?

Şimdi bir defa önerdiğim politikanın maliyetinin olduğunu bilelim. Katma değeri yüksek ürün üretmek gibi palavralara girmiyorum. Öncelikle ekonomik, finansal ve parasal bir altyapı kurmaktan bahsediyorum. Yüksek teknolojili ihracat ve diğerleri sonra gelir. Topluma bu mesajı net olarak vermeniz gerekiyor. Diyorum ki, ‘sıfır cari açık, minimum yüzde beş büyüme’… İstiyor musunuz? Eller kalkıyor, ‘istiyoruz’… Bedelini de söyleyeyim ki, ona göre gerçekten isteyip istemediğinizi söyleyin. Çünkü karar dediğimiz şey, daima bir şeyden vazgeçmek demektir. Karar vermek seçmektir. Hiçbir şeyden vazgeçmeden karar olmaz. Daima ‘trade-off ’ denilen bir hadise var. Ödünleşme… Karşılıklı ödün vererek uzlaşmak… Bedelini de söylemeniz gerekir. Hani var ya şimdi, “efendim, sanayi teknoloji bakanımız gerekli tedbirleri alacak, Merkez Bankamız ona uygun bir para politikası uygulayacak, kimse üzülmeyecek…” Yok, öyle bir dünya… Hayır. Dibine kadar gidip, olay budur demeniz gerekiyor. XBir başka ifadeyle, acı ilacı içeceğimizi ilan etmek gerekiyor… Evet, aynen. Siz sormadan şu suali ben sorup cevaplıyım: İyi de buna niye katlanacağız?

- Herhâlde daha sonra kalıcı refaha ulaşabilmek için…

Ee tabii… Cari açık demek, dış borçlar artıyor demek. Verdiğiniz her cari açık borç stokuna o kadar ilave demek. İşte bu yılı 500 milyar dolar dış borçla kapatacağız.

CARİ AÇIK VEREREK LİG DEĞİŞTİREN ÜLKE YOK

- Biraz azalıyor gibi aslında… Dış borçlar 466 milyardan 457’ye indi…

Onlar ufak titreşimler. İşin özünü söylüyorum ben; cari açık veriyorsan borç alıyorsun demektir.

- Cari fazla da vermeye başladık…

İsterseniz ona sonra gelelim. Ama zaten beni ümitlendiren hadise de odur… Yani, o sıçanın kuyruğunu yakalayabilir miyiz? ‘Biz cari fazla veremeyiz’ diye o kadar da karalar bağlamayalım… İşte bir ay da olsa vermişiz. Ama henüz sürdürülebilir bir cari fazla değil. Denk gelmiş, ithalatta büyük düşme olmuş, turizmin patladığı aya rastlamış, vermişiz… 12 aya baktığımızda cari fazla yok. Ama bir ay bile olsa tutturmak, ihracatın ithalatı karşılama oranı yüzde 80’e, 90’a çıkması bir işaret.

- Peki ya büyüme? Şu sıralar pek büyümüyoruz…

Çünkü bugünkü daha çok ithalatın azalmasıyla sağlanan cari fazla… Benim söylediğimde ise minimum yüzde 5 büyüme var. İhracatın artmasıyla sağlanacak cari açığı sıfırlamak ve fazlaya geçiş var…

- O zaman nasıl büyüme sağlayacağız, cari açığı ortadan kaldırırken?

Ampirik bir şey söyleyeceğim. Ampirik, ‘tecrübeye dayanan’ demek… Hani ‘örnek ver’ derler ya… Örnek verelim. Aşağı yukarı 250 senedir dünyada ülkeler üç grupta toplanıyorlar: Az gelişmiş, orta gelişmiş ve çok gelişmiş. Efendim peki ya ‘gelişmekte olan’ ülkeler? Palavra! Üç kategori var: Düşük, orta ve yüksek. Soru şu: Bu ülke grupları içinde lig değiştiren var mı? Çünkü bütün dünya gelişiyor. Gelişmişi daha gelişiyor, ortası daha gelişiyor, fakiri daha gelişiyor. Yollar, barajlar, hastaneler, havaalanları yapılıyor; cep telefonu, uçaklar, MR cihazları… Herkes kullanıyor. Bugün Angola’ya gitsek orada da MR çekiliyor, cep telefonuyla konuşuluyor. Angola kötü bir yer diye söylemiyorum. Örnek olarak. Deyin ki en fakir ülke hangisi, orada da oteller, klimalı odalar var, ortası ışıklı bulvarlarda arabalar var. Onu söylemiyorum. Soru şu; lig atlayan var mı?

- Hemen akla gelenler; Japonya, Singapur, Tayvan, G.Kore…

Evet. Peki, o zaman bunların ortak paydası ne? Efendim, Kuveyt de zenginleşmiş. Altından petrol çıkmış. Biz ondan bahsetmiyoruz. ‘50 sene önce Dubai’ye gitmiştim toz toprak içindeydi bugün şaştım kaldım’ meselesi değil. O yapay bir hadise. Sebebini biliyoruz.

- İşin sırrı lig atlayanların hepsinin Pasifik’te olmaları değil herhalde…

Ama Pasifik’tekilerin hepsinin politikası aynı… Hepsi cari fazla vererek yaptı. Cari açık vererek lig değiştiren ülke yok. Bu kadar basit! Zaten matematiksel olarak baktığımızda cari açık toplam harcamalardan düşülünce kalan milli gelirdir. Cari açık milli geliri arttırmaz, azaltır. Toplam tüketim harcamaları artı toplam yatırım harcamaları… Diyelim ki; 105. Cari açık da yüzde 5 ise onu düşüyorsun. Hâlbuki öbüründe iç tüketim harcamaları artı yatırım harcamaları artı cari fazla eşittir milli gelir. O hesapta eksi yok artı var. Yani fazla var.

- Buradan nereye geleceğiz?

Herkesin bellemesi gereken bir konuya geleceğiz. Peki, 500 demeyelim, Türkiye’de kabaca 450 milyar dolar borç stoku var. Aynı çizgide gidersek 10 sene sonra 900 milyar dolar olur. Her senenin cari açığı illa ki olacak. Neticede görüyoruz, cari açık vere vere 450’ye gelmiş rakam. Sürekli borç alıp, faiz ödüyoruz. Bugün kaç dolar faizi?

TÜRKİYE SENEDE 30 MİLYAR DOLAR FAİZ ÖDÜYOR

- En az 7 civarında. Hazine son Eurobond satışında yüzde 7.5 dolar faizi ile borçlandı.

Yüzde 7 ile hesap ederseniz, 30 milyar dolar eder. Türkiye senede 30 milyar dolar faiz ödüyor. Yani cari açık da bedava değil! Yarın bu cari açığı sürdürürsek 56 milyar dolar ödeyeceğiz. Bugün cari açığımız 45 milyar dolar olsa 30’u zaten faizden geliyor. Hani biz başkasının parasını yiyorduk? Demek ki, biz bunu faize veriyormuşuz...

- Cari açığın bir kısmını doğrudan yabancı sermaye ile kapatıyoruz…

Peki onların kâr transferleri yok mu? Türkiye’de kullandıkları üzerine bindirdikleri ekstra paylar yok mu? Kim bizim karakaş kara gözümüz için yatırım yapar? Kızılay’a bağış olarak mı bu yatırımları yaptılar? Açık veya kapalı kar transferlerini de koymanız lazım. Faizi sadece faizli borçlarda görüyoruz. Öz kaynaklarda görmüyoruz değil mi? Oysa muhtemelen bugün Türkiye cari açık kadar faiz veya kar transferi yapıyor. Gizli veya açık diyorum. Demek ki bu kadar borcu yapmasaydık bugün zaten cari açığımız olmazdı.

- Yani biz meğer cari açık vermiyormuşuz, öyle mi?

Faizi hesaba katmayın, cari açık vermiyoruz yahut çok az veriyoruz. Bilemediniz, 10-12 milyar cari açık veriyoruz. O bile değil aslında. Bakın, bıyıklı yabancılar diyoruz ya… Bizim müteşebbisimizin yurt dışında ne kadar parası var? Kabaca 100 milyar dolar veya üzerinde telaff uz edilen bir rakam. Yıllardır ithal mallarını şişik faturayla alıyoruz, ihraç mallarını düşük faturayla satıyoruz.

- Türklerin yurt dışındaki yatırımlarını kastetmiyorsunuz tabii…

Hayır. Onlar zaten hesaplarda var. Arçelik bilmem nerde fabrika kurmuş, Şişecam Rusya’da fabrika kurmuş. Onlar defterde var zaten. Bahsettiğimiz o değil. Yurt dışında park etmiş bilinmeyen para diyelim. İşte zaman zaman ‘varlık barışı’ diyoruz ya… Yurtdışından işte bu kayıt dışı parayı çağırıyoruz.

- Son varlık barışından önce Türklerin yurtdışında tuttukları para için tahmin edilen tutar 150 milyar dolar filandı…

İşte rakamı siz söyleyin… Sonuçta, gözükmeyen servetten bahsediyoruz. Bir kısmı bonoya, tahvile bağlanmış paralar. Biraz daha ileri gideyim. Türkiye ciddi miktarda altın ithal ediyor. Aslında dışarıya para kaçıramayanlar da, Türkiye’de altın depo ediyor. O da ithalat rakamları içine giriyor. Yani gerçek anlamda Türkiye belki de cari açık vermiyor. Fakat Türk Lirası’na duyulan güvensizlik dövize yöneltiyor. Onun için ne deniyor; “Haydi yastık altındaki dolarları çıkarın…” Siz hiç devlet büyüklerimizden ‘yastık altındaki Türk liralarını çıkarın’ lafını duydunuz mu?

Satılan 100 dolarlık televizyonun 90 dolarlık kısmı ithal

İnsanlar biliyorlar ki Türk lirası tutmak bir servet biriktirme aleti değil. Ancak yüksek faiz ya da kar payı olursa… O zaman ne yapıyoruz? Gereksiz döviz de ithal ediyoruz. Kısacası, ödediğimiz faizi, ithal edilen altını, gayri resmi paraları hesap ettiğimiz zaman, toplayın bunları, meğer biz cari açık vermiyormuşuz…

- Belki de biraz da bunun yüzü suyu hürmetine krizlere rağmen dayanıyor memleket…

Bir yerde öyle… Ben de diyorum ki, bunu yasal hale getirelim. Hadiseyi karanlıktan kurtaralım. Bu fırsatı kullanarak, Türkiye’yi sürekli cari fazla veren bir ülke haline getirelim. Önce toprağı düzeltmek lazım… Araziye gerekli eğilimi verin, su doğru yöne akar. Yani finansal sistem doğru eğimde kurulmamışsa ne katma değerli ne yüksek teknolojili ihracat, ne yerli, milli üretim filan olmaz.

- Ne kadar Ar-Ge teşviki, proje teşviki verseniz de olmuyor…

Çünkü su tersine akıyor. Yağmur yağmıyor değil ama eğimi sarnıca doğru vermemişiz ki… Bir iş adamı için en büyük teşvik para kazanmasıdır. Para kazanıyorsa niye yapmasın ki o işi? Şimdi, ‘Türkiye televizyon satıyor’ diyoruz. Ama 100 dolarlık televizyonsa 90 dolarlık kısmı ithal malı. Çünkü o kurtarıyor adamı. Su başka türlü aksa, belki 80’e, belki 70, belki 60 dolara inecek. Döviz fiyatının yanlış olduğu bir ekonomide kaynak tahsisi doğru çalışmaz. Sebep-sonuç ilişkisini doğru anlatacaksınız. Bugün sürdürülen politikadan yapışkan bir cari açık ve dış borç dışında sonuç alamasınız. Bu da eninde sonunda finansal istikrarsızlık demek… Bugüne kadar tüm krizleri bu politikayı izleyerek yarattık. Aynı politikayı sürdürmeye devam edersek, bir süre sonra yeni bir krizle karşıya kalmanız kaçınılmaz olur. Faizleri istediğiniz kadar yükseltin. ‘Yüksek faiz-düşük kur’ politikası ile işleri yoluna koymaya çalışmak, alkolik birine biraz daha alkol vermektir. Alkoliğin buna itirazı olmaz tabii… Hoşuna gider. Hatta sizden bunu ister. Ama sonuçta alkol bağımlılığından kurtulamaz. Türkiye de ‘borçkolik’ biri gibi… Kurtulabilir mi? Kurtulabilir. Mesele bu bağımlılıktan kurtulmanın bedelini göze almakta…

Şoförün değişmesi kolay olmaz

- Şu sıralarda piyasadaki akut panik havası dağılmış görünüyor. Ancak henüz işler yoluna girdi, piyasa rahatladı da diyemiyoruz. İş dünyası da pek açık söylemiyor ama sohbetlerde ekonomiyle ilgili rahatsızlıkların belirgin biçimde daha fazla dillendirildiğine tanık oluyoruz. Ne gibi gelişmeler bekliyorsunuz?

“Otobüs şarampole kaydı. Şimdi ne olacak” diye soruyorsanız, önce şunu söyleyeyim; şoför kolay değişmeyecek, bunu bekleyen varsa… Diyelim ki, tuttuk bütün yolcular tekrar ittirdik arabayı yola çıkardık. Kim kullanacak arabayı? Yine bu şoför kullanacak. Aramızda otobüs kullanacak yok ki… Ancak aramızda ona yakın otobüs kullanabilecek yetenekte birisi varsa ve biz de ona inanırsak o zaman o şoför geçebilir direksiyonun başına. O şoförün aramızda olması tek başına önemli değil. Bizim onun bu otobüsü kullanabileceğine inanmamız lazım. Yoksa kazayı yapsa da mevcut şoförü yine direksiyona oturturuz. ‘Tamam, otobüsü şarampole yuvarlayan da o ama iyi kötü bugüne kadar getiren de oydu’ diye düşünürüz…

Çivi çiviyi söker lafı vardır. İşte şoförü yerinden ancak onun yerini alabilecek bir şoför söker. Bir doktor var mahallede. Hata yapmış, biliyorsunuz. Ne yapacaksınız? “Al o zaman hastanı kasaba götür” diyebilir misiniz? Kimse götürmez. Ama ikinci bir doktor varsa ve onun daha iyi olduğunu tahmin ediyorsam, o zaman götürürüm.

Tabii şoför değişimi sadece ekonomi ile rasyonel düşünme ile olmaz. Onun bir de ideolojik boyutu var. Kamplaşma meselesi de var bu işin içinde. Her seçmen kendini seçer. Kendini kime benzetiyorsa onu seçer. Onu iktidara getirir. Öylelikle kendini iktidara getirdiğini düşünür. Bakın, geçmişe… Menderes, Demirel, Özal, Erdoğan… Tabii ki, Menderes ile Erdoğan arasında çok fark var ama çizgi olarak birbirinin devamı. Dozlar farklı…

Yazara Ait Diğer Yazılar Tüm Yazılar